Sünnet (Feyz Dergisi Mart 2009)
Feyz: Tasavvuf ehlinin sünnete verdiği önem konusunda neler söylemek istersiniz?
Kur’an, Peygamberimize tabi olmayı önemsediği için başta dört halife olmak üzere Sahabiler, Tabiun, Tebe-i Tabiin, tasavvuf ve tarikat büyükleri sünneti son derece önemsemişlerdir. Sorunuz gereği sadece tasavvuf ehlinin bu konuya yaklaşımını ifade edelim: Mesela İbrahim bin Edhem (100-162), insanların duâlarının kabul edilmemesi sebepleri arasında insanların Rasûlullahı sevdiklerini iddia etmelerine rağmen onun sünnetiyle amel etmemelerini de saymıştır.
Cüneyd-i Bağdadî (ö.297/909): "Hakka giden bütün yollar, halka kapalıdır; ancak Resûlullahın (s.a.v.) hal ve hareketine sarılıp sünnetine uyanların üzerinde bulunduğu Peygamberin (s.a.v.) yolu açıktır"
"Bizim gidişatımız, Kitap ve sünnetteki esaslarla sınırlandırılmıştır" demiştir.
Ebû Hafs Haddad (260/874), "Her an hal ve davranışlarını Kur'ân ve sünnet ölçüsüne vurmayan adam sayılmaz"
"Kulun Rabbine ulaşacağı yolların en güzeli, bütün hallerinde Ona ihtiyaç içinde olduğunu bilmek, bütün hareketlerinde sünnete uymaya devam etmek ve yiyeceğini helâl yoldan temin etmektir" demiştir.
Feyz: Sünnet anlayışı nasıl şekillenmiştir?
İslamiyet, Arapların bilmedikleri yeni bir din olarak geldi. Rabbimiz dilediğinde hükümlerini indirdiği ayetlerle açıklıyordu. Zaman zaman da ihtiyaç üzere ayetler inerek Müslümanlar bilgileniyorlardı. Sahabiler, Anlamadıklarında veya bir problemle karşılaştıklarında Peygamber efendimize müracaat ederek ona soruyorlardı. Rasulullah da o sorunun cevabını biliyorsa derhal açıklama yapıyor; eğer bilmiyorsa vahyin gelmesini bekliyor; vahiy gelmediği zamanlarda da kendi içtihadıyla hüküm veriyordu. Hayat böylece devam edip gidiyordu.Peygamberimizin vefatından sonra yeni fetihlerle İslam dünyası iyice büyüdü. Yeni yeni problemler çıktı. Sahabiler çeşitli yerleşim merkezlerine dağılan Sahabiler, bu problemlerin çözümü konusunda "odak" noktası oldular. Bunlar karşılaştıkları soruları önce Kur’an’a bakarak; orada cevap bulamadıklarında ise Peygamberimizin sözlerine veya olaylar karşısındaki tutumuna bakarak bir cevap vermeye çalıştılar. Fakat Sahabilerin bir kısmı sözlerine lafzı, davranışlarına ise şekilci yaklaşırken; bir kısmı Rasulullahın sözlerini yorumluyor; davranışları konusunda da onun yaptığı şekil yerine maksadını anlayıp şekil aynı olmasa da onu hedefliyordu. Mesela Hz. Ömer, hadislere ve sünnetlere içtihadi yaklaşırken; oğlu Hz. Abdullah, şekilci yaklaşıyordu. Hz. Ali, Hz. İbni Mes’ud ve Hz. Aişe içtihadi yaklaşırken; Hz. Ebu Hüreyre şekli önceliyordu.
Bu iki yaklaşım tarzı Tabiun kuşağında, yani Sahabilerin talebelerinde de böylece devam etti. Her iki sahabe topluluğunun yaklaşımını benimseyen ve onu yaşatmaya çalışan talebeler oluştu. Zaman içerisinde, sünnet anlayışının şekillenmesinde önemli bir köşe taşı olan rey ehli; hadis ehli ayrışımı gerçekleşti.
Feyz: Re’y ehli derken ne anlamalıyız? Bu ekolün önde gelen temsilcileri kimlerdir? Bu iki ekolün hadis ve sünnete yaklaşımları noktasında ne söylemek istersiniz?
Re’yin kelime mânâsı, şahsi görüş, düşünce, kanaattir. Şahsî görüş ve kanaatin oluşmasını temin eden şey, gözle görme olabileceği gibi, kuvvetli bir zan, tefekkür veya akletme de olabilir.
Terim olarak ise re’y, İmam Şâfiî’ye ve onun takipçilerine göre, kıyas ve içtihat demektir. İlk dönemlerde daha çok fıkhî ve itikâdî sahada şahsî görüş mânâsında kullanılmıştır.
Hanefîlerden İmam Muhammed, re’yi, âyet ve hadisleri doğru anlama ve yorumlama yöntemi olarak tarif etmiştir. Abdullah bin Mübârek, "Bu, Ebû Hanife’nin re’yidir demeyiniz. Fakat, ‘Bu, Ebû Hanife’nin hadisten anladığıdır’ deyiniz" sözüyle, re’yin âyeti ve hadisi yorumlama şekli olduğu mânâsına dikkat çekmiştir.
Rivâyete göre, Yezid bin Hârun (ö. 206/821) bir gün ders halkasında İbrahim en-Nehâî’nin bir sözünü nakletmişti. Adamın biri kalkarak, "Ey Şeyh! Bunu bırak, bize Rasûlullahın hadislerini naklet" dedi. Yezîd, o adama şöyle çıkıştı:
"Ey ahmak! Bu, Rasûlullahın hadislerinin tefsiridir. Mânâsını ve açıklamasını bilmeden Rasûlullahın hadislerini ne yapacaksın? Sizin bütün gayretiniz hadis işitmek ve toplamak! Himmetiniz ilim tahsil etmek olsaydı, hadisin açıklamasını ve mânâsını talep eder, Ebû Hanife’nin kitaplarına ve onun görüşlerine bakardınız. Böylece hadisin tefsirini öğrenmiş olurdunuz."Re’y ve re’ycilik kavramları, muhalifler tarafından çoğu kere, esasen içermediği ve taşıyamayacağı anlam yüküne maruz bırakılmış, re’y, nasslara alternatif olarak algılanmıştır. Re’y ehlinin şahsi görüşe daha çok değer verdiği, sünnete daha az itibar ettikleri, hatta karşı çıktıkları gibi bir propağanda yapılmıştır. Meselâ İbn Ebî Ya’la bu konuda şöyle der: "Re’yciler, yoldan çıkmış bid’atçilerdir, onlar sünnet ve eser düşmanıdırlar. Hadisi iptal edip Peygamber’e karşı gelmişlerdir" Oysa durum hiç de burada ifade edildiği gibi değildir. Re’y ehli, hadisleri süzgeçten geçiren, hüküm verirken, sahih gördükleri hadisleri delil olarak kullanmanın yanı sıra, akla da önem veren ve daha çok Irak bölgesinde ve nisbeten Medine’de toplanan âlimlerdir. Re’y ehlinin sahih hadisleri belirlemekteki ölçüleri isnadın, yani râvi zincirinde yer alan şahısların durumlarını değerlendirmenin yanı sıra, metin tenkidine de önem vermeleridir. Yani hadisin kendisini, Kur’an’la, akılla değerlendirerek kabul veya reddederler. Diğer bir ifâdeyle, "Söyleyene değil, söylenene" bakarlar. Bu ekol mensuplarının zikre değer bir özelliği de, hadisin lafzına değil, "ruhuna" önem vermeleri, rivâyette gerçekleştirilmek istenen maslahat ve gayeler istikametinde yorumlamalarıdır. Bu ekolün en önemli temsilcileri, Ebû Hanife ve Mâlik bin Enes’dir.
Hadis ehli ise, hadis varken içtihad etmeyen, hadisi fıkıh olarak gören, içtihadlarını daha çok hadise dayandıran ve çoğunlukla Hicaz bölgesinde yer alan âlimlerdir. Hadis ehli de hadisleri süzgeçten geçirirler, ancak sahih hadisi tespitte ölçüleri sadece isnattır. Diğer bir ifâdeyle, "Söylenen değil, söyleyen" önemlidir. Rivâyet zincirinde yer alan râviler hadis eleştirmenlerinden geçerli not aldığında, metnin doğru olup olmadığı, akla ve Kur’ân’a uygun olup olmadığı araştırılmaz, "Bir hikmeti vardır" denilerek kabul edilir. Birkaç istisna dışında hadis ehlinin bir özelliği de, sadece hadisi nakletmekle yetinip, hüküm vermemektir.
Bu ekolün bir diğer özelliği, hadislere lafızcı yaklaşımları, yorumdan kaçınmalarıdır. Mu’temir, babasının şöyle dediğini nakleder:
"Kur’ân’ı açıklamaktan sakınıldığı gibi, Rasûlullahın (s.a.v.) hadisini açıklamaktan da kesinlikle sakınılır."Diğer taraftan, re’y ehli, Kur’ân’ ı anlamak için hadislere müracaat etmekle birlikte, ilke olarak hadisi ve sünneti Kur’ân ışığında anlamaya çalışırlarken; hadis ehli, Kur’ân’ı sünnet ışığında anlamayı ilke edinmiştir.
Re’y ehli ile hadis ehli arasındaki bir diğer önemli fark, re’y ehlinin üstadlarına bağlılıklarıdır. Hadis ehli için ise böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü onların yaklaşımlarında üstadın görüşü değil, o konudaki "rivâyet" önemlidir. Bunlar, üstadlarının görüşüne uyamak yerine, sonradan hocalarının görüşüne zıt bir rivâyetle karşılaşırlarsa ona uyarlar.
Hadis ehlinin en önemli temsilcisi İmam Şâfii ve Ahmet bin Hanbel’dir.
Re’y ehlinin görüşleri içerisinde yanlış olanlar elbette vardı, ancak, sonuç itibarıyla içtihattı, dinî olarak bağlayıcılığı yoktu, kabul edilebilir veya reddedilebilirdi.
Rivâyete önem verenler ise, onun sıhhat derecesine fazla aldırmadan her türlü rivâyeti fetvaya dönüştürüyor, "hadisten" hüküm çıkardıklarını zannettikleri için de en doğru yolun, en doğru din anlayışının kendilerine ait olduğuna inanıyor, karşı tarafa ağır hakaretler yağdırıyor, kendi görüşlerine muhalefeti, Peygamberimize karşı çıkmakla eş değerde görüyorlardı. Böyle bir yaklaşımla sosyal hayat alanını oldukça daraltıyorlar, her şeyi değişmez ve alternatifsiz bir şekilde kurallaştırıyorlardı. Bu durum, sünnet ve hadise karşı bir inkarı, tepkiyi sonuç verdi.
Sünnet Anlayışı Nasıl Şekillendi? 1 ve 2 isimli eserimizde Sahabenin, Tabiinin, mezheb imamlarının sünnet anlayışlarını tafsilatlı olarak ele almış bulunuyoruz
Feyz: Sünnetle hadis aynı şey midir?
Yaygın kanaatin aksine, sünnetle hadis aynı şey değildir. Başlangıçta sünnetin ifade ettiği mana ile hadisin ifade ettiği mana farklı iken; zaman içerisinde bu iki kavram aynileşmiş, birbiri yerine eş anlamda kullanılır olmuştur.
Hadis, kelimesi, söz, haber ve sözlü ifâde demektir. Kur’ân’da ağırlıklı olarak söz, sözlü ifâde ve haber mânâsında kullanılmıştır.
Terim olarak ise Peygamberimizin sözlerine verilen isimdir. Muhammed eş-Şeybânî, "hadis" ifâdesini, "Peygamberimizin sözü veya onun herhangi bir davranışının sözlü nakli" olarak kullanır.
Sünnet ise Rasûlullahın uygulanagelen söz ve fiilleridir. Öz itibarıyla hadis kelimesi, sünnet kelimesinden çok farklıdır. Hadis, yeni olanı ve sözü ifâde eder. Sünnet kelimesinin bütün kök ve tâli anlamlarının üzerinde yoğunlaştığı mânâ ise, "Davranış ve davranışa özgü" olan"dır.
Ebû’l-Bekâ, sünneti, hadisten daha kapsayıcı olarak görür. Çünkü sünnet; sözü, işi ve onayı ifâde ederken; hadis sadece sözü kapsar.
Bunun içindir ki, sünnet olan bir davranış, bir hadisle ifâde edilebilir; ancak her hadis, bir sünnet ifâde etmez. Diğer taraftan, her hadis, amel edilmeye uygun olmayabilir. Bunun içindir ki gerek İmam-ı A’zam, gerekse İmam Malik, hadis olarak rivayet edilen her sözü amel etmeye değer bulmamışlar; diğer bir ifadeyle, her hadisi "sünnet olarak algılamamışlardır."
Zaten ilk zamanlarda sünnetle hadis ayrı ayrı kullanılıyordu. Mesela Abdullah bin Mübarek (ö. 181/797), Rasûlullahtan gelen sünnet ifade eden hadislerin sayısının 900 kadar olduğunu bildirmiştir. Oysa hadislerin sayısı oldukça fazladır.
İbn Abdi’l-Berr’in (ö. 463/1070) bildirdiğine göre, "Hz. Ömer, bir hüküm ve bir sünnet ifâde etmeyen hadisleri yasaklamıştır."
Sahabeden Munakka bin Husayn bin Yezid’in (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilir:
"Kur’ân ile örtüşen, sünnete uygun olan hadislerden başka hiç hadis rivâyet etmedim."
Abdurrahman bin Mehdi (ö. 135-198/752-813), kendi döneminde sünnet ve hadisin farklı mânâlarda kullanıldığını şu sözlerle ifâde etmiştir:
"Âlimler kısımlara ayrılır. Kimisi hem sünnet, hem de hadisler konusunda imamdır. Kimisi sadece sünnet konusunda imam olup, hadis konusunda imam değildir. Kimisi de hadiste imam, fakat sünnette imam değildir. Süfyan es-Sevri, hem sünnette, hem de hadiste imamdır."
İmam Ebû Yusuf, (ö. 181/797) sünnet ve hadis ayırımı ile ilgili olarak "Bu hususta hadis çoktur, sünnet de meşhurdur ve bilinmektedir" ifâdesini kullanır.
İbni Mâin (158-233/774-847), İmam Ebû Yusuf için "Hadis ve sünnette otoritedir" demiştir.
Ahmed bin Muhammed el-Haccâc el-Mervezi’nin kitabına verdiği "Kitabü’s-Sünen bi Şevâhidi’l-Hadis=Sünnetin Hadisten Şahitleri" ismi, konumuz açısından önemlidir.
Bir âyette şöyle buyurulur:
"Biz sana bu kitabı indirdik ki, kendilerine indirdiğimiz mesajı inananlar için beyan edesin. Böylece onların da düşünmeleri umulur."
İşte bu görev içindir ki, Rasûlullah, Kur’ân âyetlerini ümmetine iki şekilde açıklamıştır:
Birincisi, eylem olarak. Yani Kur’ân’ı yaşayarak açıklamış, böylece "Yaşayan Kur’ân" olarak isimlendirilmiştir.İkincisi de, gerektiği zaman sözle açıklamasıdır.
Peygamberimizin Kur’ân’ı yaşayarak açıklaması "sünnet" adı altında toplanmış, sözle açıklamaları ise, "hadis" olarak toplanmıştır.
Hadisler İmam Şâfiî ile "sünnete dönüşmüştür." Bu uygulama Şâfiî sonrasında da devam etmiştir.
Ebû Dâvud’a gelindiğinde, hadisin sünnet yerine kullanıldığını görü-yoruz. O şöyle der: "Kitabıma almadığım bir sünnet hatırlatılacak olursa, bil ki o hadis, değeri olmayan bir rivâyetten ibârettir."
Bu sualinizi her hadisin sünnete dönüştürülmesinin mümkün olmadığını gösteren bir örnekle tamamlayalım. Hadis kitaplarında "Mescitte sol tarafınıza ve ayağınızın altına tükürün" şeklinde bir rivayet vardır. Hadis olarak gelen bu rivayetten hareketle "Mescitte sol tarafa ve ayağın altına tükürmek sünnettir" şeklinde bir sünnet çıkaramayız. Çünkü günümüzün mescitleri, tükürülmeye müsait değildir.
Feyz: Peygamber efendimizin sünnet olmayan davranışları olabilir mi?
Rasûlullahın hangi fiilinin örneklik teşkil ettiği, diğer bir ifâde ile onun bütün hareketlerinin sünnet olup olmadığı hususu, Sahabîlerden itibaren tartışılmıştır. Meselâ başta Abdullah bin Ömer (Allah ondan râzı olsun) olmak üzere bir grup Sahabi, Rasûlullahın her hareketinin takip edilmesi gereken bir sünnet olduğu fikrini savunmuşlardır.
Başını Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Âişe ve Abdullah bin Abbas’ın (Allah onlardan râzı olsun) çektiği bir grup Sahabî ise, bunun aksini savunmuş, sünneti sadece örneklik teşkil eden alanlara has kılmışlardır.Peygamberimiz bir beşer, yani insandı. İnsan olduğu için bâzı şeyleri yapmaya mecburdu. Dolayısıyla, onun beşeriyet yönüyle yaptığı davranışlar, hiçbir şekilde sünnet olarak değerlendirilemez. Meselâ uyuduğu için uyumak, yediği içtiği için yemek ve içmek, tuvalet ihtiyacını giderdiği için tuvalete gitmek, hastalandığı için hastalanmak, tedavi olduğu için tedavi olmak, çocuğunun ölümüne ağladığı için, ölüm anında ağlamak, güldüğü için gülmek, oturduğu için oturmak, kalktığı için kalkmak, tehlikelere karşı tedbir aldığı için, tehlike anında tedbir almak, evlendiği için evlenmek, bazen hanımlarına darıldığı için, kişinin hanımına darılması, açlıktan karnına taş bağladığı için karna taş bağlamak, korktuğu için korkmak, sevindiği için sevinmek, saçını kestirdiği için saç kestirmek, çamurdan veya hurma dallarıyla örtülü evde oturmak, hurma lifiyle doldurulmuş yataklarda yatmak sünnet değildir. Bunlar fıtrî olan, yani insan olarak yaratılmış olmanın gereğidir.
"Bâzı hadisçiler her davranışta Rasûlullaha benzemenin sünnet olduğunu zannettiler ki bu yanlıştır" diyen İmam Gazâlî (ö. 505/ 1111), Rasûle itaatin onun yerine getirilmesi gereken emirlerini yapmak olduğuna dikkat çeker. Yoksa bağdaş kurduğu için bağdaş kurmak, uyuduğu vakitlerde uyumak ona itaat değildir. Ama ahlâk bakımından Rasulullaha benzemek, bu ifâdelerin dışındadır. Rasûlullahın ahlakî vasıflarından hangisine uymaya çalışılırsa, bu, sünnettir.
Diğer taraftan, Peygamberimiz belirli bir zaman diliminde ve belirli bir coğrafyada ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla o coğrafya ve zaman diliminin, onun yaptığı, sevdiği veya sevmediği şeylerdeki tesiri kaçınılmazdı.
Peygamberimizin yiyeceklerle, içeceklerle, giyim eşyasıyla, tedâviyle, teknolojiyle ve ulaşımla ilgili tercihleri, uygulamaları sünnet değildir. Bunlar coğrafyaya, örfe, medeniyet seviyesine göre değişen hususlardır. Bütün bunlardaki sünnet, temiz olması, helal olması, şükür için yenilip içilmesi, giyilip kullanılmasıdır.
Meselâ Peygamberimizin acuru hurmayla birlikte yemeyi, kabağı ve tiriti sevdiği rivayet edilmiştir. Böyledir diye bir kişinin ne acurla hurmayı sevmesi ve birlikte yemesi sünnettir, ne kabağı ve tiriti sevmesi sünnettir; ne de bunların tersi sünnete zıttır. Bu tamamen imkanların, şartların, zevkin gereğidir. Nitekim Rasulullah keler (kertenkele) etini sevmediği halde, Halid bin Velid, onun yanında keler eti yemiştir. Yine Peygamberimizin çekirge eti yediği bildirilmiştir. Ama Türkiye’de hiç kimse sünnet diye çekirge eti yememektedir.
Diğer taraftan, Rasulullahın sofrasında aynı anda iki çeşit yemek bulunmamıştır.
Peygamberimiz çok defa ekmeğin yanına sirkeyi katık yapmıştır. Ama bu gün böyle yapılmamaktadır.
Peygamberimiz yaklaşık iki litre suyla gusletmiştir. Ancak bugün gusülde çok daha fazla su kullanılmaktadır. Rasulullahın döneminde suyun az olması, öyle davranmasını gerektirdiği için, bunu bir sünnet olarak algılamak doğru değildir. Önemli olan israf etmeden yeterli temizliği yapabilmektir.
Bu bağlamda bir diğer örnek, giyim tarzıdır. Rasûlullah, cüppe ve sarık, rida ve izar gibi Arabistan’ın iklimine ve coğrafyasına uygun bir giyim tarzını tercih etmiştir. Bir rivâyette onun pamuklu elbiseyi sevdiği bildirilmiştir. Bütün bunlar bölgesel giyim tarzıdır, şahsî tercihtir, evrensel veya dinî bir giyim tarzı ve sünnet olamaz.
Peygamberimiz iklim gereği çorap giymemiştir, fakat çorap giymemek sünnet değildir.
Yine Peygamberimizin tıb konusunda, coğrafyanın ve devrin şartlarına göre tavsiye ettiği tedavi şekilleri de sünnet olarak algılanamaz. Zaten günümüzde Asr-ı Saadette bilinmeyen yüzlerce hastalık çıkmıştır. Bütün bunların tedavi şekilleri, yapılan araştırmalar sonucunda Allah’ın Şâfi (şifa verici) isminin tecellisi olan çeşitli ilaçlar ve tedavi yöntemleridir.
Ulaşım da böyledir. Rasûlullahın o gün deve ile yolculuk yapmış olması, bunun sünnet olması mânâsına gelmez.
Aklımıza gelen her türlü teknolojik gelişmede de sünnet olan, Asr-ı Saadetteki uygulamalar değil, yapılan araştırmalar sonucunda geliştirilen âletler ve sistemlerdir.
Peygamberimizin içinde yaşadığı toplumda (meselâ Ebul Kâsım şeklinde), künyelenmek âdetti. Günümüzde ise özellikle Türkiye’de böyle bir âdet yoktur ve Rasûlullah’ın künyesi vardı diye, Müslümanların da künye alması sünnet değildir. Bu konuyu tafsilatlı olarak Sünnet Şekil Değil Ruhtur isimli çalışmamızda ele almış bulunuyoruz.
Feyz: Bir hareketin sünnet olabilmesi için gereken şartlar nelerdir?
O hareketi bir defa değil, birkaç defa yapmış olması, hareketin iklim koşullarıyla, coğrafya ile, şahsi tercihle imkanlarla ilgili olmayıp, dinle ilgili olması, genel olması gibi hususlardır. Mesela genel manada tedavi olmak sünnettir diyebiliriz; fakat tedavi de Peygamberimizin kendi imkanları içerisinde yaptığı şekli, genelleştirilebilecek birkaç istisna dışında sünnet olarak benimseyemeyiz. Peygamberimiz, gerçi suyla da taharetlenmiştir, fakat şartların gereği çoğu zaman taş kullanmıştır. Buradan hareketle "taharette taş kullanmak sünnettir" diyemeyiz.
Feyz: Sünnete olan yakınlığımız ile Peygamber efendimize olan yakınlık arasındaki sıcak bağı ölçülü bir şekilde nasıl koruyabiliriz?
Peygamberimizi sevmek, onu taklit etmek ayrıdır; sünnetine tabi olmak ayrıdır.
Kur’ân’ın pekçok yerinde Rasûlullaha tâbi olmak istenir. Ona itaat etmekten, onu örnek almakdan bahsedilir. Allah’ı sevmenin Ancak Peygambere (s.a.v.) tabi olmaktan geçtiği vurgulanır.
İttiba, birine uymak, onun yaptığı gibi yapmak; bir kimsenin izinden gitmek, bir şeyi kendisine gerekli kılmak, boyun eğmek, teslim olmak, bir şeye sıkı sıkıya bağlanmak, taklit etmek, katılmak gibi mânâlara gelir.
Sünnete tâbi olmak, "Rasûlullahın emir ve tavsiyelerine uymak, teslim olmak, boyun eğmek, onun hayat tarzını örnek alıp uygulamaya çalışmak"tır. "İ’tisam, itaat, iktidâ, imtisal ve inkiyad" gibi kelimeler, ittiba kelimesiyle eş anlamda kullanılabilir.
Bir de teessi vardır. Teessî, Rasûlullahın yaptığını, onun yaptığı sebeple ve onun yaptığı maksatla yapmak; onun terk ettiğini de yine onun terk ettiği sebepten dolayı yapmamaktır.
Teessînin ifâde ettiği mânâda, ittiba kelimesine göre daha fazla bir derinlik vardır. Teessîde, işlenen fiile uymak için o konuda sadece zahiri bilgi sahibi olmak yetmemektedir. Niçin yapıldığının ve niçin terkedildiğinin de bilinmesi gerekmektedir. Ebû Hüseyin el-Basrî (ö. 436/1044) teessi için şöyle der: "Teessi, Rasûlullahın yaptığını, yaptığı sebeple ve yaptığı maksatla onun gibi yapmaktır."
İmam Gazâlî (505/1111) bu konuda şöyle der: "Bazı hadisçiler, her davranışta Rasûlullaha benzemenin sünnet olduğunu zannettiler ki bu yanlıştır."
Boyun eğme konusunda krala tazim, emrettiği ve yasakladığı şeylerdedir; yoksa kral bağdaş kurup oturunca, bağdaş kurmak veya o tahta oturduğunda, tahta oturmak değildir. Rasûl adakta bulunacak olsa, ona tazim, onun yaptığı gibi adakta bulunmak değildir. Rasûl, boşama ve alış-veriş gibi işlemler yaptığında, ona benzemeye çalışmak tazim değildir....
Bir de teşebbüh vardır. Bu kelime lügat mânâsı olarak, "Kendisini başkasına benzetmek" demektir. Terim olarak ise Rasûlullahın yaptığını onun gibi yapmak, ona benzemeye çalışmaktır.
Taklit ise, kelime olarak, "Bir kimsenin boynuna gerdanlık takmak" mânâsındadır. Terim olarak ise, "Bir sözü, herhangi bir delil olmadan kabul etmek, birisin herhangi bir hareketini niçin yaptığını bilmeden tekrarlamaktır."
İbn Abdilber (ö. 463/1071) Câmiu Beyân’il İlm isimli eserine "Taklidin Kötülüğü, Reddi ve Taklitle İttiba Arasındaki Fark" is-miyle bir başlık açmış, konuya taklidi kötüleyen âyetlerle başlamış ve ilgili rivâyetlere yer vermiştir.
Taklit ile ittiba arasındaki önemli farkları şöyle sıralayabiliriz:
İttiba ve teesside bir delil söz konusu iken; taklitte herhangi bir delil aranmaz.
Diğer taraftan, ittiba ve teesside irade ve şuur vardır. Taklitte ise irade ve şuur söz konusu değildir.
Buna göre, ittiba kelimesi şemsiye bir kavramdır. Genel bir mânâ içerir.
Eğer uyulan fiilin neden ve niçinleri araştırılır, niyet ve maksat tespit edilerek hem fiilin şekli, hem de muhtevadaki sebep ve niyet (ruh) tespit edilirse, bu, teessi olur.
Eğer delil aranır, ancak fiilin sadece şekli yapılır, yapılış sebebi ve niyet nazara alınmazsa (ruhu üzerinde durulmazsa) bu, teşebbüh olur.
Eğer fiili işlemeyi gerektirecek hiçbir delil olmaksızın sadece tespit edilen şekil uygulanırsa, bu da taklit demek olur.
Bir gazetede "Peygamberimiz ve Ashabı nelere gülerdi?" şeklinde yayınlanan bir yazının son cümlesi, tam bir taklitçilik içermektedir:
"İşte Ashab, Peygamberimiz’i en güzel şekilde ve en nezih bir halde taklit ediyor ve onun sünnetini herkese duyuruyordu." Eğer gerçekten çok gülünç bir durum yoksa, başkaları gülüyor diye gülünmez. Evet, Allah’ın bizden istediği, onu taklit etmek veya şeklen ona benzemek değil, onu rehber edinmek, onu örnek almak ve ona tabi olmaktır.
Sahabîlerden bâzılarının Rasûlullahın her yaptığı fiili, ona olan sevgilerinin alâmeti olarak onu takliden ve onun yaptığı yerde yapmalarında bir mahzur yoktur; bu anlayışın mahzurlu tarafı, sonraki nesiller tarafından iyi "okunamayıp" "sünnet" olarak algılanmasıdır. Oysa bunlar sünnet değil, Rasûlullaha olan sevgiden kaynaklanan "taklit"tir.
Feyz: Ahlaki boyutu ve derinliği olan sünnetler nelerdir?
Üzülerek ifade edelim ki, sünnet denilince sürekli olarak "şekil yönü" nazara verilmektedir. Hatta buraya kadar açıkladığımız gibi, bunların bazıları sünnet bile değildir. Oysa sünnetin bir ruh ve sorunuzda ifade ettiğiniz ahlak boyutu vardır. Mesela yaşayan Kur’an olan Peygamber efendimizin tevazu, doğru sözlülüğü, vefakarlığı, cömertliği, güvenilirliği gibi ahlaki özellikleri, en önemli "toplumsal sünnetler"dir. Bazıları sünnet de olmayan, fakat sünnet olarak bilinen ferdi sünnetleri ön plana alıp, toplumsal sünnetleri geri plana almak, doğru bir yaklaşım olmadığı gibi; Peygamberimizi sevme ve sünnetine tabi olma iddiasına da zıttır. Bugün Müslümanlar olarak bir "ahlak erazyonu ve ahlak krizi" yaşıyoruz. Bundan kurtuluşun çaresi, Rasullullahın ahlaki sünnetlerini ön plana çıkarıp yaşanır kılmaktan geçtiğinde hiçbir şüphe yoktur.