Kerbela Olayının İç Yüzü (Ab-ı Hayat)
Âb-ı Hayat adına söyleşiyi yapan Aişenur Kala
Âb-ı hayat: Hocam, 100.’ün üzerinde eseriniz var. Bunlardan ikisi söyleşi yapacağımız konuyla ilgili olup Tarihte ve Günümüzde Câferilik, Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında İslam ve Hilâfet ismini taşıyor. Hatırladığım kadarıyla da, Hilal TV’de katıldığınız bir proğramda Kerbela olayının arka planına açıklamıştınız. Bu söyleşimizde de önce bu yürek dağlayan elim hadisenin tarihi arka planı üzerinde duralım isterseniz. Çünkü Kerbela olayının tam olarak anlaşılabilmesi için bunun zaruri olduğu kanaatindeyim. Hocam neler oldu da iş bu raddeye vardı? Bir peygamberin torunu ve ehli beyti kendi ümmeti tarafından katledildi?
Rabbimiz, İslam dinini henüz kullarına iletmeden önce, bu dinin ortaya çıktığı toplumda bir çok kötülükler kol geziyordu. Su yerine içki içiliyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, putlara tapılıyordu. Fuhuş oldukça yaygındı. Cehalet oldukça yaygın olduğu için "Cahiliyye Devri" olarak isimlendirilen bu devirde oldukça yerleşik olan kötülüklerden birisi de, ırkçılık, asabiyet, kabilecilikti. Mekke Arapları, sonuçta aynı soydan soydan geldikleri, diğer bir ifadeyle "Hz. İsmail’in Çocukları" oldukları halde kavmiyetçilik yapıyorlardı. Kur’an’da onların bu tutumları çirkin görülerek, Allah’ın insanları kabile kabile yaratmasının sebebinin birbirleriyle çekişmek olmadığı şöyle nazara verilir:"Ey insanlar sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Tanışmanız için de sizi halklara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz Ondan en çok korkanınızdır." (Hucurat Sûresi, 49:13.)İşte Kerbela olayı, bu ırkçılık, diğer bir ifadeyle "asabiyet hastalığının" iliklerine kadar işlemiş olduğu iki kabile arasında tarihten gelen bir "sürtüşmenin" sonucudur.Bu iki kabileden birisi Hâşimoğulları, diğeri ise Ümeyyeoğullarıdır. Bunlar arasında önemli bir "rekabet" hüküm sürüyordu. Haşimoğullarından bir peygamber gönderilmesi, bu rekabeti daha da alevlendirdi. Çünkü bunun sonucunda otorite tamamen bu kabileye geçecekti. Dolayısıyla Ümeyyeoğulları Haşimoğullarından bir peygamber çıkmasını hiçbir şekilde hazmedemediler. Tâbir caizse Peygamberimizin ve davasının önünde kale gibi dikildiler. Hz. Muhammed’e iman etmedikleri gibi, onu rahat da bırakmadılar. Bu muhalefetin başını Ümeyyeoğullarından Ebû Süfyan çekiyordu. Rekabet gittikçe kızıştı. Fakat ibre sürekli olarak Haşimoğulları tarafına doğru ilerliyordu. Sonuçta Ümeyyeoğulları Mekke’nin fethi gibi çok geç bir zamanda çaresizlik içinde, yani "çarnaçar" Müslüman oldular.İki yıl sonra Peygamberimiz vefat ettiğinde halife seçimi konusunda hiçbir fonksiyonları olmadı. Çünkü Müslümanlar arasında önemli bir "saygınlıkları" yoktu. Bu durum diğer halife seçimlerinde de böyle oldu. Hz. Ali halife seçildiğinde de istemeye istemeye sonuca râzı oldular. Hz. Ömer, Ebû Süfyanın oğlu Muaviyeyi Şam’a vâli olarak tayin etmişti. Hz. Osman akrabası olan Muaviyeyi orada bırakmıştı. Hz. Ali ise onu valileğe layık görmüyordu. Azletti.İşte bu durum iki kabile arasındaki düşmanlık damarlarını "yeniden depreştirdi" Muaviye, valilikten vazgeçmek istemiyordu. Hz. Ali’yi Hz. Osman’ın kâtili olmakla suçladı ve "kan dâvası"na kalkıştı. Oysa Hz. Ali, Hz. Osman’ı hep korumuştu. Oğlu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ona bekçilikle görevlendirdi. Şehid edildiğinde ise onu koruyamadıkları için çocuklarına çok kızdı. Oysa Muaviye, Hz. Osman’ı koruma noktasında hiçbir gayret göstermemişti.Böyle iken, bir vâli olduğu halde, Müslümanlar tarafından seçilmiş bir "Halife"ye isyan etti. Görünürdeki gerekçe akrabası olan Hz. Osman’ın kanını dava etmekti. Fakat asıl gerekçe, vâlilik görevini bırakmamaktı. Her iki durumda da haksızdı. Çünkü Hz. Osman’ı kimin şehit ettiği bilinmiyordu (halen de bilinmemektedir). Gerekli soruşturma yapıldıktan sonra suçluyu cezalandırma görevi ise halifeye aitti. Akrabası da olsa bir kişinin kan davası için "isyan" etmesinde haklı bir taraf yoktu. Diğer taraftan, halife, istemediği bir vâliyi azl edebilirdi. Bu durumda da vâlinin isyan etme gibi bir hakkı yoktu. Yani her durumda Muaviye haksızdı. Bunun için de Şam halkının Hz. Ali’yi, onun faziletlerini, Peygamber efendimiz yanındaki yerini bilmemelerinden istifade etti. Bunun sonucunda Sıffîn savaşı yapıldı. Pek çok Müslüman kanı akıtıldı. Bu olay sonrasında Haricîler ismiyle tabir câizse anarşist bir grup ortaya çıktı. Bunlar Hz. Ali’yi şehit ettiler. Şunu açıklıkla ifâde edelim ki, Müslümanların, hem de karşılığında çok ağır bir bedel ödedikleri ilk ayrışma budur. O gün başlayan o ayrışma günümüze kadar milyonlarca insanın hayatına mal olmuş; hariciler, cebriye, sebeiyye, rafiziyye, Mürcie gibi pek çok sapık fırkanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Hz. Ali’nin şehid edilmesi üzerine Müslümanlar Hz. Hasan’a biat ettiler. Hz. Hasan, babasının çektiği zorlukları görmüştü. Elinde savaşmak istemeyen bir ordu vardı. Bunun üzerine Müslümanlar arasında kan dökülmemesi için bâzı şartlar karşılığında "hilafet görevinden" feragat etti, yani vaz geçti. Önemli bir şartı, Muaviye’nin, kendisinden sonra oğlu Yezid’i veliaht tayin etmemesi idi. Fakat Muaviye, sözünde durmadı, sağlığında iken oğlu Yezid’e biat aldı. Bunun üzerine ağabeyinin yaptığı anlaşmanın geçersiz duruma düştüğünü gören Hz. Hüseyin, Yezid’e biat etmedi.
Âb-ı hayat: Kendisine ulaşan çağrı mektupları üzerine Kûfe’ye yolculuğa çıkan Hz. Hüseyin’in oraya gitmemesi gerektiği hususunda Sahabilerden bazılarının onu ikaz ettiğini biliyoruz. Hz. Hüseyin neden göz göre göre hem kendi canını, hem de ehli beytin canını tehlikeye attı?
Evet, Yezid, Medine vâlisi Velid’e, özellikle Hz. Hüseyin’den zorla da olsa biat almasını istemişti. Hz. Hüseyin, kendisine yapılan teklifi kabul etmedi. Bunu haber alan Küfeliler onu Küfe’ye çağırdılar. Hz. Hüseyin, amcasının oğlu Müslim bin Akil'i göndererek durumu araştırdı. Giden elçinin müspet rapor vermesi üzerine de bütün âile halkını yanına alarak yola çıktı. Açıkçası Hz. Hüseyin’in karşı tarafın bu derece gözü dönmüş olabileceğini tahmin etmediğini düşünüyoruz. Çünkü Hz. Hüseyin bir orduyla değil, ailesiyle gidiyordu. Sonuçta en fazla kendisini şehre sokmayacaklarını düşünmüş olabilir. İşin bu boyuta gelebileceğini onun da tahmin edemediğini, hatta böyle bir katliamın aklının ucundan bile geçmediğini düşünüyoruz. Böyle olacağını tahmin edebilseydi, âile fertleriyle değil, savaşçılarla giderdi. Kadınları, çocukları yanına almazdı. Çünkü onları koruyacak bir ordudan mahrumdu. Bu durumu bile bile gittiğini düşündüğümüzde, Kerbela’da şehid edilen onlarca masum insanın "ölümüne sebep olma gibi" bir ithamda bulunmamız gerekir.Ki, Hz Hüseyin böyle bir ithamdan uzaktır. Zaten Hz. Hüseyin, Kûfe’ye onların kendilerine yaptıkları davet üzerine gidiyordu. Ailesini yanında götürmesinin sebebi, Küfe’ye yerleşmek; kendisine biat edecek olan Küfelilerle davasını daha geniş kesimlere yaymak için mücadele verecekti. Fakat Kûfeliler baskı karşısında sözlerinden dönmüştü ve maalesef son durum Hz. Hüseyin’e ulaştırılamamıştı. Dolayısıyla Hz. Hüseyin, Kerbela’da bir "oldu bittiyle" karşılaştı. Sulh için gayret gösterdiyse de karşı taraf, "Saltanat yolunda" büyük bir engel olarak gördükleri Hz. Hüseyin’i ve neslini ortadan kaldırmakta kararlı idi. Nitekim 10 Muharrem 61'de (1 Ekim 680) bu gaye için büyük bir katliam gerçekleştirdiler.
Âb-ı Hayat: Hz. Hüseyin Yezid’e niçin biat etmek istemedi? Bazılarının iddia ettiği gibi Hz. Hüseyin iktidarı ele geçirmek sevdasıyla mı yola çıktı? Değilse gerçek amacı neydi?
Daha önceki halifeler seçimle belirlenmişti. Beşinci halife Hz. Hasan da seçilmişti. Fakat Muaviye'nin. oğlunu veliaht bırakmaması şartıyla, hilâfet hakkından feragat etmişti. Fakat Muaviye sözünde durmadı. Haliyle bu durum Hz. Hüseyin’i rahatsız etti. Onun iktidarı ele geçirme sevdasıyla hareket ettiğini söylemenin büyük bir haksızlık olacağını düşünüyoruz. Nitekim İbn Esir’in el-Kamil fi't-Tarih'inde. Hz. Hüseyin'in, zâlime karşı çıkmak gerektiği yoksa Allah’ın karşı çıkmayanı da zâlimle birlikte aynı yere koyacağını bildiren bir hadis naklettikten sonra şöyle dediği kayıtlıdır: "Yezid ve İbn Ziyad, devamlı olarak şeytana uymaktadırlar. Allah’a ibâdet etmeyi bırakıp devamlı fesat çıkarmış, Allah’ın kanunlarını işlemez hale getirmişlerdir. Devletin hazinesini kendi aralarında paylaştırmaktadırlar. Allah’ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal kılmaktadırlar. Bunu kabul etmeyip karşı çıkmak ise herkesten önce benim vazifemdir."Bediüzzaman da, Hz. Hüseyin’in Emevîlere karşı mücâdelesinin sebebinin din ile ırkçılık savaşı olduğuna dikkat çeker. Emevîlerin İslam devletini Arap milliyetçiliğine dayandırıp İslam bağlarını milliyet bağlarının arkasına attıklarını ifâde eder.Eski eserlerinden olan Münazarat’ta ise Hz. Hüseyin’in "başkaldırısı" ile ilgili olarak şu çarpıcı değerlendirmede bulunur:Parlak şeriat yeryüzüne indi ki, yeryüzünün yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin. Hem de bunu yaptı. Fakat ne yazık ki, zamanın geçmesinin ve muhitin değişmesinin tesiriyle, hilâfet saltanata dönüşüp baskı ve zorbalık bir parça hayatlandı. Yezid zamanında bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri şeriatın hürriyet kılıncını çekti, başına havale eyledi. Fakat ne yazık ki, âlemin dört bir yanından gelen baskı ve zorbalığın kuvvet aldığı cehalet ve vahşet bir yerde toplanarak Yezid’in baskı ve zorbalığına kuvvet verdi.Burada hilâfetin saltanata dönüşmesiyle ilgili bir ifâde geçti. Hilafetle saltanat arasında çok önemli farklar vardır.
Şia kaynaklarında da Hz. Hüseyin’in üvey kardeşi Muhammed bin Hanefiyye’ye emaneten bir mektup bıraktığı, bu mektubunda "Benim bu yolda doğruluğu emretmek ve kötülükten sakındırmak, ceddimin sünnetini ihya etmekten başka bir amacım yoktur" dediği kayıtlıdır.
Âb-ı Hayat: Hz. Hüseyin amacına ulaşabildi mi? Bir peygamber torunu olarak vermek istediği mesajı ümmete ulaştırabildi mi?
Hz. Hüseyin, kendi adına amacına ulaştı, hak ve hakikat yolunda ölümü göze aldı ve sonuçta hunharca şehid edildi. Vermek istediği mesajı da ümmete ulaştırdı. Yani ulaştırma açısından bir problem yok. Ancak bu mesajı "alma" noktasında aynı şeyi söylemek maalesef mümkün değil. İstisnalar dışında henüz o mesajın doğru bir şekilde algılandığını söyleyemeyiz.
Âb-ı Hayat: Kerbela olayı sadece Şii Müslümanlar tarafından önemsenip Sünni müslümanlar tarafından önemsenmiyormuş gibi bir izlenim var. Sizce bu doğru mu?
Böyle düşünülmesinin sebebi nedir?Bazen niyet öyle olmayabilir, fakat sonuç itibarıyla öyle gibi görülüyor. Çünkü Kerbela olayının yıldönümlerinde bu üzücü olay sadece Şiiler kanalıyla hatırlanıyor. Ehl-i Sünnet tarafında bunu hatırlatan hiç bir faaliyet göremiyoruz.
Âb-ı Hayat: Kerbela olayının gerçekleştiği 10 Muharrem’de aşure pişirilip dağıtılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Daha önceki yıllarda çeşitli radyo proğramlarım oldu. Aşure günlerinde dinleyicilerimizden telefon bağlantısı aldık. Zaman zaman bu konu soruldu. Hatta bâzı dinleyicilerimiz aşure pişirilmesini "Kerbela olayına" bir sevinç olarak algılandığını ifâde ettiler.Öncelikle böyle bir algılamanın son derece yanlış ve Ehl-i Sünnet camiasına haksızlık olduğunu ifade edelim. Bu, iki toplum arasındaki iletişimsizlikten kaynaklanmaktadır. Ehl-i sünnet mensubu ailelerin aşure pişirmelerinin bu olayla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Ehl-i Sünnet anlayışına göre bu gün Peygamberlerin hayatında önemli olaylar yaşanmış. Nuh aleyhisselam, tufandan bugün kurtulmuş. Beraberindekiler mevcut şeyleri karıştırarak yemek yapmışlar. Rivayete göre bu aşure pişirme olayı buradan kaynaklanmaktadır.Evet, Ehl-i Sünnet mensupları, hiçbir şekilde böyle bir olaya sevinmezler. En az şiiler kadar bu olayı gerçekleştirenlerden nefret duyarlar. Zaten Ehl-i Sünnet mezheb mensubu hiç kimse çocuklarına Yezid ismi koymaması da bunu gösterir. Hatta bâzı yörelerimizde anneler çocuklarına olan kızgınlıklarını "Yezid" diye seslenerek dillendirirler.Ehl-i Sünnet mensuplarının Hz. Hüseyin’i ne kadar sevdiklerinin bir göstergesi de pek çok kimsenin çocuklarına Hüseyin ismini koymalarıdır. Bâzı yerlerde Hasan ile Hüseyin ismi birleştirilerek Hasan Hüseyin ismi de konulmaktadır.
Âb-ı Hayat: Şiilerin (Caferilerin) Kerbela olayını bir mâteme dönüştürmeleri konusunda ne düşünüyorsunuz?
Aşûre günü, Caferilerde bir mâtem günüdür. Abbasîler devrinde Şiî bir hanedan olarak ortaya çıkan Büveyhoğulları döneminde 352/963 yılında Muharrem ayının ilk on günü Hz. Hüseyin ve Kerbelâ şehitleri için umumî matem günü ilan edilmiştir. O günden bu güne, bu matem yas tutmak, ağlamak, sine dövmek, zincir vurmak şeklinde bütün canlılığı ile devam edegelmiştir. Türkiye'deki Câferîler arasında da bu âdet Halkalı Aytaşı Mahallesinde ve Seyyid Ahmed Deresi Mescidinde canlı bir şekilde devametmektedir. Zincir vurma esnasında dolaşan bir görevli kanayan yerlere pudra sürer. İmam Humeynî de başta olmak üzere bütün Şiîlerin saygı duyduğu Âyetullah Burucerdî'nin 10. Muharrem törenlerinde göğsü döğmeyi ve sırta zincir vurmayı yasakladığı, fakat Şiîlerin onu dinlemediği ifâde edilir.Şia kaynaklarında Âşûrâ günü Hz. Hüseyin içini ağlamanın fazîleti ile ilgili pekçok rivâyet vardır. Bu rivâyetlerde Hz. Hüseyin için ağlamanın büyük günahları sileceği, Âşûre gününü hüzün ve ağlama günü olarak görenlere kıyâmet gününü Allah'ın ferah, sevinç ve saadet günü kılacağı, bütün gözlerin ağlayacağı kıyâmet gününde sadece dünyada iken Hz. Hüseyin için ağlayan gözlerin güleceği, bildirilmiştir.Kerbelâ hadisesi ile ilgili birkaç ciltlik kitap olacak uydurma rivâyetlerin varlığına dikkat çeken Mutahharî, (ö. 1977), Hz. Hüseyin için ağlamak gerekiyorsa, onun kılıç ve mızraklar altında can verdiği için değil, hakkında bunca yalan ve uydurmalar düzüldüğü için ağlamak gerektiğini söyler.Asrımız Câferî mezhebi mensuplarından bâzıları Âşûrâ, Kerbela gibi yas ifâde eden tabirleri yeniden yorumlamış, bu tabirlere dinamik birer mânâ yüklemişlerdir. Bunlardan birisi Ali Şeriatî'dir. "Keşke ben de seninle olsaydım da şehadetin büyük feyzine ulaşsaydım" mantığını şiddetle tenkit eden Şeriatî, Hz. Hüseyin için tutulan yaslarla ilgili olarak da şöyle der:"Mesele, şehitlerin efendisi için—şehadet ânına kadar "ölümlü efsâne," şehâdetten sonra "ebedî efsane," şimdi de tüm zaman ve zeminlerin yaşayan efsanesidir. Bu düşüncede olan "hareket eden ölü bir kesim"in Hüseyin gibi ebedî bir efsâne olan biri için değil de, kendileri gibi "aşağılık bir ölü" için yas tutmak olduğunu anlamaları gerekir. Şeriati. Şiilere, Hüseyin'in ölümüne ağlamakla leş olup gidişiin tesellisini bulmak ve ruhlarına sevap kazandırmakyerine, onun izinden yürümekle, leş olup gidişii önlemeyi ve hareket eden ölü bedenlerine hayat ruhu vermeyi tavsiye eder.Âşûra ve Kerbelâ tâbirlerine dinamik bir mânâ yükleyen Câferî âlim ve liderlerinden birisi de İmam Ayetullah Hümeynî'dir. O "Aşûre bir aksiyondur" diyerek Âşûra'nın insanları hak yolunda hareket geçirecek bir dinamik olduğunu nazara vermiştir.Musa el-Musavî de Âşûrâ gününde dövünmeye karşı çıkar ve "Tarihte hiçbir mukaddes ayaklanma Şiîlerin, Hüseyin sevgisi bahanesiyle Hüseyin ayaklanmasını çirkinleştirdiği kadar çirkinleştirmemiştir" diyerek bunun bir çirkinlik olduğunu nazara verir. İmamlara nispet edilen, "Hüseyin'e ağlayan veya ağlar görünen için Cennet Vâcip olmuştur" rivâyeti için de ,"Haşâ ki; İmam'dan böyle bir söz sâdır olmuş olsun!" der. Sonra da şöyle bir tashih çağrısı yapar:"İmam Hüseyin'in ayaklanmasını çirkinleştiren ve tamamen ters gösteren câhillerin bu gibi hareketlerini engellemek için, İmamiyye Şiîlerinin münevver tabakası, büyük gayret sarfetmelidir. Vâiz ve dâvetçilerin ise, daha açık ve şahsiyetli rol oynamaları icabediyor. Çok açık bir şekilde ifâde etmek istediğim gerçek odur ki, Âşûra günü İmam Hüseyin'i şehadete sevkeden sebep Şiîlerin çizmek istediği şekilden tamamen ayrı ve yücedir! Hüseyin, halkın kendisi için ağıt yakıp dövünerek zavallı göstermesi için değil, insanlara, fedakârlık, kararlılık, yiğitlik, zulüm ve istibdadata karşı mücâdele dersi vermek için şehid olmuştur. Bu itibarla İmam Hüseyin'in şehadetini anma töreni, hem güldüren, hem ağlatan câhilce ve aptalca hareketlerden uzak, onun şerefine yakışır bir tören olmalıdır! Nutukların irad edildiği, beliğ kasîdelerin bulunduğu Peygamberin, Ehl-i Beytinin ve Ashab-ı Kira-mın Allah yolunda cihad ve fedakârlıkla dolu hayatlarının anlatıldığı kültürel törenler yapılsa ne kadar iyi olurdu!"İşte böyle, Hüseyin'i anarken, yıkılmalı değil, yeniden yapılanmalıyız. Hüseyin'i mücâdele meydanlarında çirkinleştirip kötülemeksizin ona şeref hakkını tanımalıyız. Şâyet Hüseyin'in taraftarı ve sevenleri isek."Musa el-Musavî bu konuyla ilgili olarak şöyle bir hatırasını anlatır:Şiîlerin tanınmış bir âlim ve şeyhinden otuz yıl önce duyduğum, hikmet ve aydınlık sözlerle dolu bir konuşmayı nakletmek istiyorum. O nur yüzlü çok yaşlı şeyh yanımdaydı. Gün on Muharrem, saat öğle vakti, tam oniki, mekân Kerbelâ'da İmam Hüseyin'in kabri. Bir de baktım ki, Hüseyin'e yas mâhiyetinde kılıç ve kama ile başlarına vuran büyük bir kalabalık kabrin bulunduğu yere geldi. Başlarından ve vücutlarının her tarafından akan kan insanı iğrendiriyordu. Arkalarından omuzlarını zincirle döven bir grup geldi. Burada ihtiyar âlim ve şeyh bana sordu:"Bu insanlar niçin başlarına bu kadar felâket getirirler?"Ne dediklerini duymuyor musun? Hüseyin'e ağlayarak ‘Vah Hüseyin'im’ diyorlar.""Şimdi Hüseyin Yüce Allah'ın huzurunda değil mi?""Evet.""Hüseyin şu anda ‘Allah'tan korkanlar için hazırlanan ve göklerle yer genişliğinde olan Cennette’ değil mi?""Evet.""Cennette kapalı incilere benzer hurîler yok mu?""Var."Şeyh derin bir nefes alarak çok üzgün bir edâ ile şöyle dedi:"Vay bunların haline, ne kadar câhiller. Halen ‘Çevrelerinde hizmet için ölümsüz gençler dolaşan, main çeşmesinden doldurulmuş testilerin, ibriklerin ve kadehlerin bulunduğu Cennette olan bir imam için neden bunları yaparlar?"
Âb-ı Hayat: Kerbela şehitleri için matem tutmayı tasvip etmediğinize göre bu gün bu olayın yıldönümlerinde neler yapmayı tavsiye edersiniz? Bu çağın Müslümanı, Kerbelayı nasıl anlamalı? Hz. Hüseyin’in mesajını bugüne nasıl taşımalı?
Öncelikle kerbela olayının senede bir defa hatırlanılmasını doğru bulmadığımı ifade edeyim.Seminerler verilmeli, paneller yapılmalı, sempozyumlar düzenlenmeli. Ancak bu yapılırken Şii kesim, olaya sebep olan "zâlim kâtillerle" Ehl-i Sünnet câmiası dikkatli bir şekilde ayrıştırmalıdır. Yani sanki Hz. Hüseyin’in katili bütün ehl-i sünnetmiş mânâsına gelecek söz ve davranışlardan kesinlikle kaçınmalıdırlar. Biz ehl-i sünnet mensupları, en az Şiiler kadar Hz. Hüseyin’ı seviyoruz. Sünniler, onun ismini çocuklarına vererek yaşatıyorlar. Katilini ise nefretle anıyorlar.
Âb-ı Hayat: Kerbelada bir de kadın kahraman var. Peygamber Efendimizin torunu, Hz. Hüseyin’in kız kardeşi olan bu kahraman kadının hayatını dergimiz için özel olarak yazdığınız için teşekkür ediyoruz. Hocam, Şii ve Sünni Müslümanlara ne önerirsiniz?
En son Tarih Boyunca "Hıristiyan Dünyasının İslam’a ve Müslümanlara Bakışı" ismiyle bir kitabım yayınlandı. Bu eserin bölümlerinden birisini, Hıristiyan dünyasının kasıtlı olarak İslam Birliğini parçaladığı konusuna ayırdık. Madem onlar bizim birliğimizi parçalamak için bu derece uğraşıyorlar; öyle ise bizler de "Müslümanlar ancak kardeştir" İlahî buyruğuna uyarak birlik ve beraberliğimizi korumaya, pekiştirmeye çalışalım. Farklılıklarımızı bilelim, usül ve adabına uygun olarak tartışalım, fakat bu farklılıklarla birlikte birlikte yaşamayı, birbirimizi sevmeyi bilelim.İlk sorunuzda bahsettiğiniz Tarihte ve Günümüzde Caferilik isimli kapsamlı kitabımızın son bölümü "Birliğe Çağrı" ismini taşır. Bu, son derece önemlidir.Şiilerin Özellikle Caferi ve Zeydi mezhebi mensuplarıyla Allahımız bir, kitabımız bir, peygamberimiz bir, kıblemiz bir.... Binlerce birlik sebebimiz var. Dolayısıyla küreleri birbirine bağlayacak bu birliklerin karşısında hiçbir ayrılık noktasının değeri, önemi yoktur. Ayrılıklar asıl konularda değil, füruattadır. Sünnete uyma konusunda bütün Caferiler sünnî; ehli beyti sevme noktasında da bütün Sünniler Câfiridir.
Âb-ı Hayat: Son olarak söyleyeceğiniz bir şey var mı?
Benim hayatımda pekçok tevafuk vardır. Her geçen gün bu tevafukların sayısı artmaktadır. Bunları not ediyorum, belki ileride "Hayatımdaki Tevafuklar" ismiyle yayınlayabilirim. Bu söyleşinizle ilgili olarak da önemli bir tevafuk yaşadım. Sorularınızı cevaplandırdım gün, daha önce kendisine Caferilik isimli kitabımı ulaştırdığım İran Konsolosluğu Kültür Ateşesi Mahmut Bey beni aradı ve bana uğradı. Kendisine derginizden ve bu söyleşiden bir kopya verdim.
Âb-ı Hayat: Hocam bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de bir söyleşi yapma konusunda tercihinizi bana kullandığınız için teşekkür ederim. Yayın hayatınızda başarılar dilerim. İnşaallah ileriki sayılarınızda daha nice konularda buluşmak niyazıyla...