Sünnet Anlayışı (Tebessüm Dergisi)
1. Okuyucularımız için kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
1962 yılında Sivas'ın Kangal kazâsında doğdum. İlk tahsilimi Kur'ân kursunda yaptım. İlk okula 3. sınıftan başladım. İlk ve orta okulu Kangal'da; lise tahsilini parasız yatılı olarak Sivas Lisesi'nde tamamladım. Liseyi bitirdiğim yıl olan 1980'de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakultesine başladım. 1985 yılında bu fakülteden mezun oldum
İlk makalem, lise son sınıfta iken, Din Görevlileri Federasyonu tarafından aylık olarak çıkarılan Hakses Mecmuası'nda neşredildi. Fakültede yıllarında Hakses Mecmuası'nda, Diyanet Gazetesi'nde, Diyanet Çocuk Dergisi'nde, Yeni Nesil ve Tasvir gazetelerinde; Dâvet Dergisi'nde makalelerim yayınlandı. Yine o yıllarda ilki İslam'da örtünme olmak üzere 4 adet cep kitabı yayınladım.
1985'te İlahiyat fakültesini bitirdikten sonra, İstanbul'da, Yeni Asya Gazetesi'nde araştırmacı yazar olarak iş hayatına başladım. Köşe yazarlığı yaptım. Yeni Asya Neşriyat tarafından birçok eserim neşredildi. Bazı eserlerim kupon karşılığında okuyuculara dağıtıldı. 1992 yılından itibaren kitaplarımı Mutlu Yayıncılık ismiyle kurduğum kendi yayınevimden yayınlıyorum. Risale-i Nurları Türkiye'de ilk defa orijinali ile birlikte ve açıklamalı olarak sadeleştirerek neşrettim. En son, Hıristiyan Dünyasının İslam'a ve Müslümanlara Bakışı ismiyle 110. kitabım yayınlandı. Daha önce Kur'an'a ve sünnete Ayna ismiyle bir dergi çıkarmıştım. Şu anda ise Ab-ı Hayat isimli üç aylık bir dergi yayınlıyorum.
2. Edile-i Şer'iyye'de sünnetin yeri ve önemini açıklar mısınız?
Sünnet, Kur'an'dan hemen sonra gelir. Kur'an'ın hem pratiğe dökülmüşü, hem de açıklamasıdır. Peygamberimizin uygulaması olmadan özellikle namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetlerle ilgili ayetleri anlamamız mümkün olmaz. Bu yönüyle son derece önemlidir. Bunun içindir ki Yüce Rabbimiz pek çok ayette kullarını, Peygamber Efendimize uymaya çağırır. Mesela bu ayetlerden birkaçı şöyledir:
"Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlüne itaat edin. Kur'ân'ı ve Resûlullahı işitip durduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin." (Enfal Suresi, 8:20)
"Peygamber size neyi verdi ise onu alıp yapın; sizi neden sakındırdı ise ondan da sakınıp kaçın." (Haşr suresi, 7)
"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız Bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Al-i İmran Suresi, 3:31) Allah'a uymanın yolunun Rasûlullaha adım adım uymaktan geçtiğini ifâde eden bu âyette, "Allah'a uyun" denilmeyip, "Rasûlullaha uyun" denilmesinde önemli bir incelik vardır.
Peygamberimizin yaşantısı demek olan sünnet önemli olduğu içindir ki, başta dört halife, Sahabiler, Tabiun, Tebe-i Tabiin, tasavvuf ve tarikat büyükleri sünneti son derece önemsemişlerdir. Konunun tafsilatını Sünnet Anlayışı Nasıl Şekillendi? 1 isimli eserimize havale ederek burada tasavvuf ehlinin sünnete verdiği önemle ilgili bir kaç söz nakletmek isteriz:
İbrahim bin Edhem (100-162), insanların duâlarının kabul edilmemesi sebepleri arasında insanların Rasûlullahı sevdiklerini iddia etmelerine rağmen onun sünnetiyle amel etmemelerini de saymıştır.
Cüneyd-i Bağdadî (ö.297/909): "Hakka giden bütün yollar, halka kapalıdır; ancak Resûlul-lahın (s.a.v.) hal ve hareketine sarılıp sünnetine uyanların üzerinde bulunduğu Peygamberin (s.a.v.) yolu açıktır."
"Bizim gidişatımız, Kitap ve sünnetteki esaslarla sınırlandırılmıştır" der.
Ebû Hafs Haddad (260/874), "Her an hal ve davranışlarını Kur'ân ve sünnet ölçüsüne vurmayan adam sayılmaz"
"Kulun Rabbine ulaşacağı yolların en güzeli, bütün hallerinde Ona ihtiyaç içinde olduğunu bilmek, bütün hareketlerinde sünnete uymaya devam etmek ve yiyeceğini helâl yoldan temin etmektir" demiştir.
3. Ehli sünnet vel-cemaat" deyince ne anlaşılıyor? Bu itikad görüşlerinin dışındaki mezhep ve görüşleri, sünnet çerçevesinde değerlendirir misiniz?
Peygamberimizden kısa bir zaman sonra Müslümanlar arasında istenmeyen olaylar yaşandı. Hz. Osman gibi bir Sahabe, halifelik makamında iken hunharca şehid edildi. Arkasından Sahabiler arasında Cemel ve Sıffın isimleriyle kanlı savaşlar yaşandı. Haricilerle savaşıldı. Bütün bu olaylar sonucunda "ölenin de, öldürenin de Müslüman olduğu bir tablo" ortaya çıktı. Bu durumda ölen ve öldürülenlerin kafir olup olmadığı; büyük günah işleyenin durumu, amelin imandan bir parça sayılıp sayılmadığı; olaylar karşısında insanın tercih etme hakkının olup olmadığı; insanın fiilindeki fonksiyonu gibi konular gündeme geldi. Bu soruların cevapları farklılık gösterdi. Sonunda her cevabın arkasında Cebriye, Mu'tezile, Mürcie, Haricilik ve Şiilik gibi çeşitli siyasi ve itikadi mezhepler oluştu.
İşte bu grupların Kur'an'a ve Peygamberimizin tebliğ ettiği dine uymayan görüşlerine karşı, bu suallerin cevabını Kur'an'ın ve Rasulullahın tebliğ ettiği dinin ruhuna uygun olarak cevaplayan Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat görüşü oluştu. Ehl-i sünnet ve'l-Cemaat görüşünü itikad noktasında temsil eden alimler Eş'ari ve Maturidi ile onların çizgisinde olan alimlerdir. Ehl-i sünneti temsil eden bir de ameli mezhepler vardır. Bunlar ilk asırlarda çok sayıda olmakla birlikte sadece dördü günümüze kadar yaşayabilmiştir. Bu mezhepler Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbelidir. Tafsilatlı bilgi için Mezhepler Nasıl Ortaya Çıktı? Isimli kitabımıza bakılabilir.
Sorunuzun ikinci şıkkına gelince: Ehl-i sünnet dışındaki mezhepleri ne tamamen sünnet dairesinde; ne de tamamen sünnet dışında görebiliriz. Ehl-i Sünnet dışında oluşan çoğu mezhepler zamanımıza kadar gelememişlerdir. Mesela günümüzde bir mezhep olarak Haricilikten, Mu'tezile ve Cebriye'den, Mürcie'den bahsetmek mümkün değildir. Fakat bu mezheplerin görüşlerinin bazı kesimlerce yaşatıldığını söyleyebiliriz. Şianın da pek çok kolu tarih sayfalarında kalmıştır. Günümüzde Caferilik ve Zeydilik isimleriyle Şiayı temsil eden iki büyük mezhep vardır. Yemen'in Resmi mezhebi olan Zeydilik, Ehl-ı Sünnete oldukça yakındır. Hatta fıkıhta Hanefi mezhebi üzere amel etmektedirler. Caferilik ise İranın resmi mezhebidir. Aslında bunlar da sünnet karşıtı değillerdir. Fakat onların anladığı "sünnet," Ehl-i Sünnetin anladığı sünnetten farklıdır. Caferiler sünnet olarak sadece Ehl-i Beytten gelen rivayetleri ve uygulamaları kabul ederler. Sahabe olarak sadece Hz. Ali'nin yanında yer alanların rivayetlerini ve görüşlerini kabul ederler. Dolayısıyla bu mezhepleri bütün bütün sünnet dışı görmek doğru olmasa gerektir. Ayrıca Bediüzzaman'ın ifadesiyle her batılın içinde aynı zamanda hak da bulunur. Öyle ise halkın olmasa da, ilim ehlinin görevi, her topluluktaki batıl veya yanlış şeyleri ayıklayıp doğruları almak olmalıdır.
4. Peygamber Efendimizin sözleri de "vahiy" gibi midir? Değerlendirir misiniz?
Hayatın her alanında ifratlar ve tefritler, diğer bir ifadeyle zıt kutuplarda aşırılıklar yaşanmaktadır. Mesela insane kaderin önünde, rüzgar önündeki bir yaprak gibidir diyerek insanın tercih hakkını elinden alan Cebriyeye ifrat; "insane kendi fiilini kendisi yaratır" diyen mu'tezile ise tefrittir. Sünnet ehli ise vasattır.
Kabirlere aşırı derecede önem veren şia ifrat; kabirleri yerle bir eden Vehhabiler tefrittir. Sünnet ehli ise vasattır.
Dünyaya karşı aşırı hırs gösteren Yahudiler ifrat; ilk çıktıkları duruma gore konuşursak dünyaya ve dünya lezzetlerine önem vermeye nhıristiyanlar tefrittir. İslam, vasattır.
Mezhepleri "dinleştirmek" ifrat; mezhepleri bütün bütün devre dışı bırakmak ise tefrittir. Bu aşırı uçların örneklerini oldukça çoğaltmak mümkündür.
İşte bu ifrat ve tefritlerden birisi de bizim Sünnet Kur'an ve Sünnet Vahiy İlişkisi isimli eserimizde tafsilatlı bir şekilde ele aldığımız sünnetin/hadisin vahiy olup olmadığı meselesidir. Geçmişten beri bir grup insane sünnetin, hatta hadislerin tamamının vahiy olduğunu savunmuştur. Özellikle günümüzde bir grup insan ise Peygamberimize (salat ve selam üzerine olsun) Kur'an dışında hiç bir şekilde vahiy gelmediğini savunurlar. Kur'an'dan yaptığımız çıkarıma göre bu görüşlerin her ikisi de doğru değildir.
Sünnetin ve hadislerin vahiy olduğunu savunanların en büyük delili, "O kendiliğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak bildirilen bir vahiy iledir" ayetidir. Katade (ö. 118/736), buradaki vahyin Kur'ân olduğunu söyler. Ferrâ'nın (ö. 207/822) bu konuya yaklaşımı şöyledir:
"Yani, o bu Kur'ân'ı kendi kafasından söylememektedir. O, vahiyden başka bir şey değildir, demektir. Çünkü Kureyşliler, 'O bu Kur'ân'ı kendisi söyleyip uyduruyor' diyorlardı. Onları yalanmak için bu âyetler nâzil oldu." Bu doğrultuda görüş bildiren daha pekçok eski dönem müfessir vardır. (Bakınız: İsmail Mutlu, Sünnet Kur'an ve Sünnet Vahiy İlişkisi, s. 201)
Bizim kanaatimize gore de bu ayet, tamamen Kur'an'la ilgilidir. Eğer hadislerin ve sünnetin tamamının da vahiy olduğunu iddia edersek; Kur'an karşısında büyük bir çıkmaza saplanırız. Çünkü Kur'an'a baktığımızda Bedir esirlerini serbest bırakması, münafık için istiğfar dilemesi, amaya yüzünü ekşitmesi, savaşa gitmek istemeyen bir gruba izin vermesi konularında Rasulullahın ikaz edildiğini görürüz. Eğer onun her hareketinin vahiy olduğunu Kabul edersek; haşa Allah'ın once ona Kur'an dışında vahyederek bunların tersini yaptırdığı mesela Bedir esirlerini serbest bırakmasını emrettiği; amaya yüzünü ekşitmesini emrettiği; sonra da bunları niçin yaptığı konusunda onu sorguladığı gibi bir ikilemle karşılaşırız.
Yine Kur'an'da Peygamberimizin ashabıyla istişare yapması istenmektedir. Har hareketi vahiy olan birisinin istişare ile emredilmesi abestir.
Diğer taraftan Kur'an'da yer aldığına göre, Peygamber efendimiz Hz. Zeyd bin Sabit'e "Allah'tan kork, hanımını bırakma" dediği halde; Hz. Zeyd, eşi Zeyneb'i boşamıştır. Burada Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd'in hanımı Hz. Zeyneb'le kendisinin evleneceğini bilmediği için, ona hanımını boşamamasını söylemiştir. Bu bir vahiy sonucu değil, tamamen kendi görüşüdür. Çünkü Allah onun Hz. Zeyneb'le evleneceğini biliyordu ve bunu bizzat kendisi emretti. Dolayısıyla Rasulullah'ın böyle demesini istemezdi.
Sahabilerin Rasulullaha "Ey Allah'ın rasulu, bu düşünceniz bir vahiy midir, yoksa kendi kanaatiniz mi?" diye sormaları Rasulullahın hayır vahiy değil demesi, onun kendi içtihadına göre hareket ettiğinin bir başka göstergesidir. Zaten makul olan da budur. Aksi, Onun tebliğ ettiği dinde onu sadece bir "postacı" ve bir "robot" konumuna indirir. Sahabilerin, Tabiun alimlerinin veya bir başkasının onun tebliğ ettiği dinde içtihat etmelerini kabul edip de; Kur'an bizzat kendisine indirilen; tebliğ ettiği dini doğal olarak en iyi kendisi bilen birisinin bir durumla karşılaştığında önce vahiy bekleyip gelmediği durumda kendi içtihadıyla, bilgi birikimiyle, fetanetiyle cevap veremeyeceğini düşünmek; ona yapılacak en büyük hakaret olsa gerektir.
Demek Peygamberimizin her hareketinin ve her sözünün vahiy olmadığı Kur'an'la sabittir.
Bir grup, sünnetin ve hadislerin tamamının vahiy olduğunu iddia ederek ifrata yani aşırılığa düşerken; her ifratın tefriti doğurmasının doğal bir sonucu olarak, bir grup da Rasulullahın Kur'an dışında hiçbir vahiy almadığını savunurlar. Bunlar, onu adeta sıradan bir beşer ve "postacı" konumuna indirmekle tefrite, yani başka bir açıdan aşırılığa düşmüşlerdir. Şimdi de Sevgili peygamberimizin Kur'an dışında da Allah ile özel bir iletişim içerisinde olduğunu, Kur'an kaynaklı olarak ispat etmeye çalışacağız.
Bedir savaşı öncesinde Yüce Allah, Peygamber Efendimize ya Kureyş kervanını ele geçireceklerini veya Kureyş ordusunu yeneceklerini vahyetmişti. Bu vahiy Kur'ân'da yer almamaktadır. Peygamberimiz, Sahabîlere bunu müjdelemiş, yapılan savaş sonrasında müşrikler mağlup edilmişti. Savaş sonrasında nâzil olan bir âyette, önceden vahyedilen bu durum şöyle bildirildi:
"Rabbin seni harp için evinden hak ile çıkardığı zaman da mü'minlerden bir kısmı bunu hoş görmüyorlardı.
"Ve hak olan şey açıkça bildirildikten sonra, sanki göz göre göre ölüme sevkolunuyormuşlarcasına, onun hakkında seninle mücâdele ediyorlardı.
"O zaman Allah, 'İki topluluktan biri muhakkak sizindir' diye vaad ettiği halde, siz istiyordunuz ki, güçsüz olanı sizin olsun. Halbuki Allah emirleriyle hak dini yüceltmeyi ve kâfir-lerin neslini kesmeyi vaad etmişti."
Vereceğimiz misâl yine Bedir savaşı ile ilgili. Bedir savaşında İslâm ordusu 300 küsur, müşrikler ise 1000 kişi kadar idi. Peygamber efendimiz Allah'a duâ ederek yardımını istedi. Yüce Allah da "Meleklerden bin tanesini arka arkaya göndererek size yardım edeceğim" buyurarak, vaadde bulunmuştu. Bu savaşta mü'minlere yardım için binerli gruplar halinde 3000 melek gönderdi. Savaş sonrasında indirdiği âyetlerde bu yardım vaadini vahiyle bildirdiğini şöyle haber verdi: "Rabbinizden yardım istediğiniz zamanı hatırlayın ki, 'Meleklerden bin tanesini arka arkaya göndererek size yardım edeceğim' diyerek duânıza, cevap vermişti."
Peygamberimiz, hanımı Hafsa'ya (r.a.) bir sır vermiş ve ondan bunu kimseye söylememesini istemişti. Ancak Hz. Hafsa bu sırrı Hz. Âişe'ye açtı. Yüce Allah bu durumu Kur'ân'da yer almayan bir vahiyle Resûlullaha bildirdi. Peygamberimiz de Hafsa'ya sırrını açığa vurduğunu haber verince, o şaşırmıştı. Bu durum Kur'ân'da şöyle haber verilir:
"Peygamber, hanımlarından birine gizlice bir söz söyle-mişti. Hanımı bu sözü açığa vurunca, Allah da Peygamberine sırrının açıklandığını bildirdi. Sonra Peygamber o hanımına, açığa vurmuş olduğu şeyin bir kısmını bildirdi, bir kısmını da yüzüne vurmadı. Ona durumu böylece anlatınca, Hanımı, 'Bu-nu sana kim bildirdi?' diye sordu. Peygamber de, 'Herşeyi hakkıyla bilen ve herşeyden hakkıyla haberdar olan Allah bil-dirdi' diye cevap verdi."
Hiç şüphesiz Allah, Sevgili Peygamberimize namazın nasıl kılınacağını; haccın nasıl yapılacağını; zekatın nelerden, ne miktarda verileceğini yine Kur'an dışındaki vahiyle bildirmiştir. Yoksa Rasulullahın bütün bunları "kendiliğinden" bildirmesi doğru değildir.
5. İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, hakikaten "hüsran asrı" mıdır? Ümmetin ifsad olduğu bir zaman mıdır? Ne dersiniz?
Ahirzamanda yaşadığımız bir gerçek olmakla birlikte içinde bulunduğumuz zamanı bir "hüsran asrı" olarak görmüyorum, böyle görülmesini de doğru bulmuyorum. Meseleye özellikle Türkiye açısından tarihi seyir içerisinde bakarsak, niçin böyle düşündüğüm daha iyi anlaşılır. Allah'a sonsuz şükürler olsun ki, günümüzde her yaştan ve her makamdan insane İslama koşmakta; İslamı yaşamaya çalışmaktadır. İnkarcıların veya günahkarların çoğluğu, "zamanımızın hüsran asrı" olduğu noktasında bizi aldatmamalıdır.
Evet, onlar çoğunluktadır, fakat onların çok olması; şeytanın nefse hitap etmesinden; yıkmanın çok kolay, yapmanın çok zor olmasından kaynaklanır. Yüz adamın yüz günde yaptığı bir binayı, bir adam birkaç dinamitle yıkabilir. Aynı durum manevi alanda da söz konusudur. Kötülüğün yaygın olarak görünmesi bundan kaynaklanır. Yoksa kaniatta mutlak hayır galiptir. Şer ve kötülükler tebeidir. Galibiyetleri geçicidir. Ayrıca yüz tohumdan yirmisi meyve ağacı olsa; sekseni çürüse, sayı olarak çürüyenlerin çokluğuna bakıp zarar edildiği düşünülemez. Çünkü seksen tohuma karşılık yirmi ağaç, büyük bir kardır. Ben istikbalden son derece ümitliyim. Zaten bizim vazifemiz, ümitsizliğe düşmeden once kendi hayatımızda İslamı yaşayıp; sonra da kırıp dökmeden, "kaş yapayım darken göz çıkarmadan" tebliğe devam etmek olmalıdır.
6. Günümüzde, "Her şey Kur'an'da var, başka bir delil ya da kaynak aramaya gerek yoktur" görüşünde olanlar var. Bu görüşü yorumlar mısınız?
Allah ile kul arasındaki kulluğu temin noktasında "Kur'an'da herşeyin olduğu" doğrudur. Kur'an'ı doğru olarak tanıyan herkes bunu açık olarak görebilir. Ama üzülerek ifade edelim ki, bizler Kur'an tam olarak tanımıyoruz. Onu yaşanacak bir kitap olmaktan çıkarıp "ölülere okunacak; hatim indirilecek; içerisinde çocuklarımıza isim aranacak; yükseklere asılıp saygı duyulacak, bazı ayetleri hastalıklar için okunacak" bir kitap konumuna "indirgedik."
Bunu böylece tespit ettikten sonra, bu sözün "Yaşayan Kur'an" olan, Kur'an'ın bizzat kendisine indiği Peygamber efendimizi "devre dışı" bırakmak için söylenilmesini de doğru bulmadığımızı ifade edelim. Çünkü Kur'an'da özellikle ibadetler konusu kesin olarak Peygamberimizin açıklamasına bağlıdır. Namazı hangi vakitlerde ve nasıl kılacağımız; orucu nasıl tutacağımız; nelerin orucu bozup bozmadığı; zekatın nelerden, ne ölçüde verileceği, haccın nasıl yapılacağı ancak ve ancak Peygamberimizden öğrenilebilir ve onun uygulamaları nesilden nesile aktarılarak bize kadar gelmiştir. O devre dışı bırakıldığında Allah'a karşı ibadetlerimizi Onun istediği tarzda yapamayız. Nitekim Sünneti İnkar Fitnesi isimli eserimizde ele aldığımız gibi, 19 asırda sünneti devre dışı bırakmaya çalışan Hindistan çıkışlı "Ehl-i Kur'an" namazın nasıl kılınacağını Kur'an çıkarmaya çalışan görüşleriyle gerçekten gülünç duruma düşmüşlerdir.
7. "Yaşayan Kur'an" ve "Yaşayan Sünnet" tabirleri, doğru ifadeler midir?
"Yaşayan Kur'an" ve "Yaşayan Sünnet" tabirleri, bir yönüyle doğru, bir yönüyle yanlıştır. Mesela Kur'an'ın 500 ayetinin nesh olduğunu söylemek; Yahudilerden; Hıristiyanlardan;müşriklerden bahseden ayetleri "hiç üzerimize almamak" faiz, tesettür kısas gibi ayetleri zorlama tevillerle bir kenara bırakmak; veya "Kur'an'ı ancak alimler; büyük ilim sahipleri veya şeyhler anlar" demek; onu "hayatımızın dışına çıkarmak" manasına gelir. Oysa kur'an'da birkaç istisna dışında her ayetin güncellenebileceği yerler vardır. Yahudilerden bahseden ayetler, "Yahudileşmememizi" ister. Hıristiyanlardan bahseden ayetlerin tamamı, bizlere de "Hıristiyanlaşmama" ikazında bulunmaktadır. Kur'an'ın her ayeti, herkes tarafından anlaşılmasa da; çoğu ayetleri hemen herkes tarafından anlaşılır. Özellikle bedevil araplara anlaşılmaz bir kitap göndermek; Allah'ın Hakim ismini göz ardı etmek demektir. Onlara "Anlayasınız diye Kur'an'ı Arapça indirdik" buyuran Allah, bazı ayetlerde de Kur'an'ın anlaşılır bir kitap olduğunu bildirmiştir. Öyle ise kur'an, aramızda "yaşayan bir kitap olarak" kalmalıdır.
"Yaşayan Kur'an" ifadesi, Peygamber efendimiz hakkında kullanıldığı zaman da doğrudur.
Bu ifadenin yanlış kullanıldığı yere gelince; bütün nazarını dünyaya çevirmiş, kafası allak bullak; şöhret müptelası; ihlastan nasibini almamış; makam ve alaka peşinde koşan insanların "Yaşayan Kur'an" adı altında kendi seviyesiz görüşlerini, Kur'an'ın malıymış gibi sunmaları, pazarlamalaya çalışmalarıdır. Yani mesela "Kur'an'ın yasakladığı faiz, mürekkeb faizdir, günümüzdeki faiz uygulamasına Kur'an onay verir" gibi sözler kullanmalarıdır. Bu, Kur'an'ı yaşatmak değil, aksine onu "hayatın dışına atmanın" ta kendisidir.
Gelelim "yaşayan sünnet" söylemine. Bu söylemin doğru yönü, "sünneti sürekli olarak güncellemektir. Rasulullahın maksadını gerçekleştirmek için uyguladığı şekli değil; o maksadın gerçekleşmesini esas almaktır. Mesela "sünnet" diye müezzinlerin şerefede ezan okumaları için genelge yayınlamak; sünneti geçmişin derelerine gömmek olur. Rasulullahın Bilal-i Habeşiye Kabe'nin damında ezan okutması sünnetini "yaşatmanın yolu" mikrofonla ezan okutmaktır. Çünkü onun maksadı; sesin uzaklara ulaşmasını; sesi işitmeyenlerin müezzini görerek namaza gelmelerini temindir.
Özellikle Arabistan'da yapıldığı gibi; şu teknoloji asrında oruca başlamak veya Arafat'a çıkmak için hala hilali çıplak gözle görme peşinde koşmak; yine sünneti mazi derelerine gömmek olur. Burada "yaşayan sünnet" hilali teknolojik aletlerle görmektir. Bildiğiniz gibi, artık Mars'a uydu gönderilmektedir. Mars'ın biri hızı, uydunun bir hızı ve arada uzun bir mesafe vardır. Bu iki hızın çok fazla mesafeye rağmen ayarlanan zamanda kesişmesi, teknolojinin ne derece ileride olduğunu gösterir. Zaten Rabbimiz, aya ve diğer gezegenlere bir yörünge tayin etmiştir. Aya yörünge tayin etmesinin hikmetini de "hesabı bilesiniz" diye şeklinde açıklamıştır. İşte hilali illa da çıplak gözle görmeyi "sünnet" olarak ümmete dayatmak, "sünneti öldürmek" demektir. Takvimle oruca başlamak ve Arafat'a çıkmak ise sünneti gerçek manada yaşatmak olur. Kaldı ki, hilali çıplak gözle görmeye çalışanlar, namazlarını takvimlerde belirtilen namaz vakitlerine gore eda etmektedirler. Kendi mantıklarına gore namaz vakitlerini de güneşe bakarak tespit etmeleri gerekmektedir.
Bunun pekçok misallerinden bir diğeri, Peygamber Efendimiz öyle tespit ettiği için, Ramazan ayında verilen fitreyi hala üzümden, arpa ve hurmadan tespit etmektir. Oysa o tarihlerde bu üç gıda maddesinden tespit edilen miktarlar birbirine eşitti. Şimdi ise arada büyük bir uçurum söz konusudur. Kaldı ki, o gün bu maddeler, insanların yeme ihtiyaçlarını karşılıyordu. Bu gün ise birisine arpa, üzüm veya hurma vermekle onun gıda ihtiyacçı karşılanmamaktadır. Fitrenin bu üç maddeden tespiti yerine; bugün bir insanın doyabileceği ortalama bir miktar para ile tespit edilmelidir. Her ne kadar Hanefi mezhebinde bu üç maddenin ederi para olarak tespit ediliyorsa da; "yaşayan sünnet" bu üç maddeyi bir kenara bırakarak rasulullahın asıl maksadı olan bir fakiri doyurmak için bir miktar tespitini gerektirir.
Misvakı da buna örnek olarak verebiliriz. Sünnet olan misvak ağacının kendisi değil; dişlerin temizlenmesi, ağız sağlıdır. Misvakla bu gaye yerine gelir; fakat bunu yerine getirmenin tek vasıtası misvak değildir. Bugün ağız sağlığı noktasında pek çok gelişme yaşanmıştır. Demek „yaşayan sünnet"ten bu anlattığımız manayı anlarsak; bu son derece yerindedir.
Fakat yaşayan sünnetten bu gün kendilerine ilim ehli denilen kimselerin „sünnet koymasını" anlarsak ki, bir kısım oryantalistler ve bazı İlahiyatçılar bunu savunmaktadır. Böyle bir yaşayan sünnet anlayışını kabul etmemiz mümkün değildir. Bu durumda vahiyle desteklenmeyen veya yanlış yaptığında vahiy tarafından ikaz edilmeyen insanların ortaya koyduğu bir „din"le karşılaşırız. Ayrıca aynı olayda kişiler sayısınca „sünnetler" ortaya çıkar.
8. Son dönemlerde, özellikle Batı dünyasında, Peygamber Efendimize ve Sünnet-i Şerife tahkir, aşağılama, hakaret ve karalama faaliyetlerinin asıl amacı ne olabilir? Bu konunun arka planında ne var?
Öncelikle Batı dünyasındaki Peygamber Efendimize ve Sünnet-i Şerife yönelik tahkir, aşağılama, hakaret ve karalama faaliyetlerinin son döneme mahsus olmadığını ifade etmek isteriz. Çünkü Hıristiyanlık, bütün dünyaya yayılmak üzere iken 7. asırda ortaya çıkan İslam, Hıristiyanların yayılma yollarını kestiği gibi, kendilerine de çok büyük zarar vermiştir. Mesela Hırisitiyanlaştırmak istedikleri İran kısa zamanda İslam'ı Kabul etmiştir; Bizans toprakları fethedilmiştir. Bütün bu gelişmeler hıristiyan dünyasını oldukça rahatsız ettiği için İslam'ı çürütmmek, karalamak için akla hayale gelmedik şeyler uydurmuşlar; fikirle zarar veremeyince Haçlı seferleri ile İslam'ı yok etmeye çalışmışlardır. Yerimiz sınırlı olduğu için bu konunun tafsilatına girmiyoruz. Bu konular hakkında bilgi edinmek isteyen okuyucularımız bizim en son çıkan Tarih Boyunca Hıristiyan Dünyası İslam'a ve Müslümanlara Nasıl Baktı? kitabımızla, yayına hazır olan Tarih Boyunca Hıristiyan Dünyası Peygambeimize ve Kur'an'a Nasıl Baktı? isimli çalışmamıza bakabilirler. Kısaca onların bu faaliyetlerinin arkasında İslam düşmanlığı yer almaktadır.
Burada şunu da ifade edelim: Özellikle Amerika ve Avrupa son asırdaki İslam'ın yükselişinin farkında olduğu için bu yükselişin önünü kesme planları yapmaktadırlar. Önünü kesemeyeceklerini bildikleri için de hiç olmazsa "ılımlı" veya "layt İslam projeleriyle İslam'ın "içini boşaltmaya çalışmaktadırlar. Buna karşı dikkatli olunmalı ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle hurafelerden, hikayelerden, taassubtan; arındırılmış doğru, ama "gerçekten doğru" İslamiyeti ortaya çıkarmak bir yandan da İslamın yozlaştırılmasının, hatta "Hıristiyanlaştırılmasının" önüne geçmek için gayret gösterilmelidir.
9. Bu hususlarda önemle söylenmesi gerekenler varsa onları da lütfeder misiniz?
Buraya kadar sürekli olarak sünnete uymanın önemini vurguladık. Ancak burada şunu ifade etmek isteriz ki: Sünnetin ne olup ne olmadığı konusunda gerçekten büyük bir karmaşa söz konusudur. Zaten sünnete karşı çıkılmasının önemli bir sebebi, bu kargaşadır. Bu sebeple en önemli husus, "Sünnetin Doğru anlaşılması" meselesinde samimi olarak çalışmalar yapmak gerekir. Biz acizane bu alanda "Sünneti Doğru Anlamak" ismiyle başlattığımız seride Sahabenin, Tabiunun, Tebe-i Tabiinin, dört mezhep imamının ve sonraki nesil alimlerin sünnet anlayışlarının şekillenme seyrini ele aldık. Sünetin şekil yönü de olmakla birlikte "ruh" tarafının ihmal edildiğini Sünnet Şekil Değil Ruhtur isimli kitabımızda ele aldık. Sünnetin Kur'an'a karşı konumunu; sünnet-vahiy ilişkisini, Sünnet Kur'an ve Sünnet Vahiy İlişkisi ismiyle kitaplaştırdık. Bu alanda bir diğer kitabımız, yine Sünnetin doğru anlaşılmasında son derece önemli olan Sünnet Tıb ve Sünnet Bid'at İlişkisidir. Nelerin sünnet olup olmadığını bu altı kitapta tespit ettikten sonra, kısmet olursa, serinin yedinci kitabını Hayatımızdaki Sünnetler ismiyle yayınlamayı düşünüyoruz.