İsmail Mutlu Hoca ile (Uğur İlyas Canbolat)
Akit Gazetesi Uğur İlyas Canbolat 28-29 Nisan 1999
İsmail Mutlu Hoca, velûd bir kalem... Sürekli okuyor, düşünüyor ve üretiyor... Onun eserlerini incelediğiniz zaman daima gelişen, yenilenen bir üslup ile birlikte, okuyucusunun temel sorunlarını anlaşılır bir biçimde giderme endişesi taşıyan bir yapı görürsünüz.
Hasbi ve mahiyetkâr... Tanınma, bilinme ve şöhret olma arzusu yok...Aksine şahsını, suretini öne çıkarma yerine düşüncelerini ve ürünlerini sunmayı tercih ediyor...
37 yaşında, ama, eserleri elliye yakın. Her yılına birden fazla kitap sığdırmış... Hepsi de çaplı, emek, araştırma ve yorulma gerektiren çalışmalar...
Kitaplarını okuyan insanlarla görüştüm... Sorulan suallere, verdiği cevaplara tanıklık ettim... Genel müdürlüğünü yaptığım radyoda kadroma zevkle dâhil ettim. Güzel proğramlar yapıyor. Kimi proğramlarda birlikte oluyoruz... Böyle genç, dinamik, çalışkan, ufku açık, geleceğe aydınlıklar taşıyan, eserler bırakan bir muhterem hoca ile
Canbolat: Çok klasik bir soru ile sohbeti açmak istiyorum. İsmail Mutlu ne zamandan beri yazıyor?
Mutlu: Öncelikle gerek âilem, gerek akrabalarım arasında yazan hiçbir yakınımın olmadığını ifâde etmek isterim. Yine benim doğup büyüdüğüm Kangal'da yazmaya merakı olan hiç kimse de yoktu. İşte böyle bir ortamda, bende yazma arzusu ilk okul beşinci sınıfta (1975) başladı. Bu arzunun bende yerleşmesinin tamamen bir ilhama dayandığı kanaatindeyim. Çünkü bu yaşta ve çevremde beni buna teşvik edecek veya bu konuda kendisini örnek alabileceğim hiç kimse yoktu. Beşinci sınıfta iken Osmanlıca küçük bir İlmihali, Latin harflerine çevirdim. Ortaokulda okurken, çevirdiğim bu küçük ilmihali yeterli bulmadığımdan, Ömer Nasuhi'nin İlmihal'inden, Ahmed Hamdi Akseki'nin İslâm Dini isimli eserinden, Numan Kurtulmuş'un Amentü Şerhi'sinden ve daha birçok kitaptan o ilmihale ilâveler yaptım. Böylece büyük bir harita metod defterine el yazımla kendi imkanımca bir ilmihal hazırlamış oldum. Sonraki yıllarda bunu geliştirdim. Lise'den sonra ise bu çalışmam kayboldu. Kaderin garip bir tecellisidir ki, seneler sonra birçok baskı yapan büyük bir ilmihal hazırladım.
İlk yazım lise son sınıfta (1980) Din Görevlileri Federasyonunca aylık olarak çıkan Hakses mecmuasında yayınlandı. Bu yazım, "İslâm'da Cihad ve Ashabın Cihad Anlayışı" başlığını taşıyordu. 1980'den sonra da çeşitli dergi ve gazetelerde yazılarım neşredildi.
Canbolat: Hocam... Size göre yazarlık nasıl birşeydir? Bir yazar ne için yazılar yazar, eserler neşreder?
Mutlu: Yazarlığın hikaye, roman, araştırma yazıları yazmak gibi çeşitleri var. Ben, bunlar içerisinde araştırmacı yazar grubuna giriyorum. Elbette diğer sahalarda yazmak da zordur ama, araştırmacı yazarlık daha da zor. Ve büyük bir sabır istiyor. Eğer insan kaliteli bir eser ortaya çıkarmak istiyorsa, sabırlı olmak ve emeğine acımamak zorunda. Hiçbir zaman "Yeter, idâre eder" diye düşünmemeli. Ayrıca her zaman kendisini aşabilme, yenileme gayreti içerisinde olmalı.
Bir yazar niçin yazar? Sualinize gelince, bu sualinizin cevabı kişiden kişiye değişir. Bu sebeple suâlinizi "Bir yazar niçin yazar?" şeklinde değil, "Siz niçin yazıyorsunuz?" şeklinde algılamak istiyorum.
Benim yazma sebebimin birincisi, günümüzün cihad şeklinin büyük ölçüde mânen, yani kalemle yapılıyor olmasıdır. Ben de bu cihatta yerimi almak için yazıyorum.
İkinci olarak, karınca kararınca "doğru, hurafelerden, İs-râiliyattan, taassuptan" arınmış, daha çok nazarları Kur'ân'a ve Sünnete çekebilmek düşüncesiyle yazıyorum.
Üçüncü olarak da, ölüm dilimi susturduğunda, eserlerimin bana bedel konuşması, "cihadımı" ölümümden sonra da devam ettirmesi için yazıyorum.
Dördüncü olarak, Sevgili Peygamberimizin "faydalı eser bırakanların amel defterlerinin kapanmayacağı," sevapların yazılmaya devam edeceği şeklindeki müjdesine mazhar olabilmek için yazıyorum.
Yazmamın bir başka sebebi, mü'min kardeşlerimin karşılaştığı problemleri cevaplandırarak ve onlara çözüm bularak rahatlatmaktır.
Canbolat: Eserlerinizde özellikle dikkat ettiğiniz şey nedir? Bir üslup endişesi taşıyor musunuz, meselâ?
Mutlu: Ben, âhiretle ilgili olan, insanların âhiretlerini ilgilendiren konularda yazıyorum. Dolayısıyla büyük bir mes'uliyet üstleniyorum. Böyle olunca elbette çok dikkatli olmam, İslâmın özüne uygun olan cevabı bulmam, insanların hatırı için dinden taviz vermemem gerekiyor. Aynı şekilde, dinin geniş toleransından Müslümanların istifade edebilmesini temine çalışmam gerekiyor. Yani bir meseleyi "câiz değil" deyip kestirmeden atma yerine mümkün mertebe ona çözüm bulmaya gayret etmem gerekiyor. Aynı şekilde, doğruluğundan emin olmadığım cevabı vermemeye dikkat etmem icab ediyor.
Diğer taraftan, kaynak kitaplarda yer alan her bilgiyi ben kitaplarıma almıyorum. Ciddî bir ayıklamadan geçiriyor, o kitaplarda yer alan bilgileri Kur'ân, sünnet ve Bediüzzaman'ın bu iki ana kaynaktan süzdüğü Risâle-i Nur isimli eserinin süzgecinden geçiriyorum.
Canbolat: Bir yazar yeni bir eseri vücuda getirmeye giriştiğinde ne gibi kıstasları gözönüne almalıdır? Özellikle İlâhiyat alanında birbirine çok benzeyen pekçok eser görülebiliyor. İsimler farklı, ama içerikler aynı... Bu konuda neler söylersiniz?
Mutlu: Öncelikle şunu ifâde edelim ki, yaklaşık on üç asırdır hemen her konuda eserler kaleme alınmış. Nerede ise gök kubbe altında yazılmamış bir konu bulmak zor. Dolayısıyla eserlerin ismen birbirine benzemesi normal. Ancak bunlardan bâzıları o konuya hiçbir katkıda bulunmadığı, öncekinin tekrarı, hatta daha önce yazılanlardan bile geri olduğu bir gerçek.
Bununla beraber, önceden yazılmış diye bir konuya eğilmemek de her zaman doğru değil. Çünkü o konu her ne kadar yazılmışsa da gerçekten birçok noktadan eksik olabiliyor. Veya Türkiye şartlarını, zaman ve mekan değişikliğini nazara almadan eski kitaplardaki bilgileri aynen aktarmak her zaman doğru olmayabilir. Bu sebeple, yazılmış da olsa —şayet bir katkıda bulunacaksa—bâzı konuları bir başkasının yazması yerindedir. Nitekim benim Hanımlara Fetvalar, Ölüm Cenâze Kabir, Kıyâmet Alâmetleri, Ölümden Sonra Diriliş gibi çalışmalarım böyledir. Piyasada bu konularda birçok kitap bulunmasına rağmen, okuyucalar bizim hazırladığımız kitapları beğenerek okumaktadırlar. Çünkü bizim bu kitaplarımız, ismen benzeyenleri taklit değildir. Okuyan bu farkı kolaylı kla görebilmektedir.
Canbolat: Sizin itikada dair eserleriniz olduğu gibi fıkıh ağırlıklı, hadis ağırlıklı eserleriniz var...Hatta Asr-ı Saadetteki yüceleri konu alan çalışmalarınız mevcut... Bu kadar geniş bir alanı nasıl kuşatıyorsunuz?
Mutlu: Sizin de ifâde ettiğiniz gibi, benim kırk (2000 yılı itibariyle 60) civarındaki eserim, İslâmî ilimlerin bütün sahasını, fıkıh, İslâm tarihi, tefsir, hadis, kelâm, ayrıca Risâle-i Nur ve Bediüzzaman konusundadır.
İhtisaslaşma, her konuda olduğu gibi İslâmî ilimler açısından da önemlidir. Ancak, ben, İslâmî ilimlerin bir bütün olduğunu düşünüyorum. Birisini esas alıp diğer ilimleri bilmemenin, "İhtisasım değil" demenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Çünkü dinî ilimler birbirine kuvvet verir. Meselâ fıkıh sahasında yazan birisinin hadis ilmini, İslâm tarihini ve tefsir ilmini yeterince bilmemesinin onun başarısına etki edeceği şüphesizdir. Veya hadisle meşgul olan birisinin fıkıh ilmini bilmemesi, onun hadislere vukufiyetini azaltacaktır. Misâller çoğaltılabilir. İşte böyle olduğu için, ben İslâmî ilimlerin tamamını beraber götürmeye gayret gösteriyorum. Bunda da muvaffak oldum. Bu muvaffakiyetimin birinci sebebi, bu noktada Allah'a duâ etmem, ikinci bir sebebi de okuyup yazmaktan başka hiçbir meşguliyetimin olmaması, yani bütün vaktimi İslâmî ilimlere ayırmış olmam ve sürekli olarak o anda meşgul olduğum konuyu düşünmemdir.
Canbolat: Günümüzde hadis konusunda değişik yaklaşımlar görülüyor. Hatta bu tartışmalar o kadar ileri götürülüyor ki, hadisler nerede ise hüküm dışı bırakılmak isteniyor. Sizin bu konuya yaklaşımınız nedir?
Mutlu: Kur'ân'da pekçok âyette sünnete uymanın, Peygamberimize (a.s.m.) itaat etmenin farz olduğu anlatılır. Sünnetin dindeki yerini ve önemini açıkça ortaya koyan âyetlerden biri şu meâldedir:
"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah'da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir."
Sünnetin dînimizde bir kaynak olduğuna işâret eden âyet-lerin yanı sıra, birçok da hadis vardır. Bunlardan ikisi şöyledir:
"Sizlere iki şey bırakıyorum. Bunlara sım sıkı sarıldığınız müddetçe hiçbir surette doğru yoldan sapmazsınız. Bunlar Allah'ın Kitabı ve Resûlullahın sünnetidir."
"Bana Kur'ân ve bir o kadarı daha [sünnet] verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi, ‘Size Kur'ân yeter; onda neyi helâl bulursanız, onu helâl kabul ediniz, onda neyi haram bulursanız onu da haram biliniz’ diyecek. Şunu iyi biliniz ki, Allah Resûlünün haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir."
Bir "azınlık" tarafından sünnetin inkar edilmesi, devre dışı bırakılmaya çalışılması, Peygamberimizin aynı zamanda bir mûcizesidir.
Diğer taraftan, "Kur'ân'daki İslâm" teziyle, sünneti devre dışı bırakarak İslâm yaşamak da mümkün değildir. Çünkü Kur'-ân'ın en büyük müfessiri sünnettir. Meselâ Kur'ân'da "Namaz kılın" diye emreden pekçok âyet vardır. Fakat namazın nasıl kılınacağı, kaç rekat olduğu, Kur'ân'da yer almamaktadır. Bunu bize Resûlullah bildirmiş, onun tatbikatı da bize hadis kitaplarıyla gelmiştir. Aynı şekilde Kur'ân'da "Oruç tutun" diye emredilir. Ancak orucun nasıl tutulacağı, nelerin orucu bozup nelerin bozmayacağı gibi hususlar yine hadiste açıklanmıştır. Kur'-ân'da "Zekât verin" buyurulmuştur. Ama neyden ne kadar zekât verileceği, zekat vermek için gerekli olan zenginliğin ölçüsü yine sünnette açıklanmıştır. Misâlleri bir hayli çoğaltmak mümkündür. (Bu röportajdan birkaç ay sonra Sünneti İnkar Fitnesi ve sünnet Bize Nasıl Ulaştı? isimli iki eserimiz neşredildi.
Canbolat: Sünnetin inkar edilmesinin arkasında ne gibi sebepler olabilir?
Mutlu: Sünneti inkar edenlerin en büyük gerekçelerinden birisi, sünnetin sonradan yazıldığını savunmalarıdır. Hemen ifâde edeyim ki, bu doğru değildir. Pek çok hadis Peygamberimiz zamanında yazılmıştır. Nitekim elimde Ebû Hüreyre'nin Müsned'i mevcuttur ve bu Müsned'deki hadisler Buharî'deki, Ahmet bin Hanbel'in Müsned'indeki hadislerin tamamen aynıdır. Burada bu tartışmaya girmek istemiyorum.
Sünneti bize nakledenlerin ilk halkasını Sahabîler oluştururlar. Sünneti inkar edenlere göre Sahabîler, milyonlarca Müslümanın inandığı, kabul ettiği gibi "adâletli" kimseler değildirler. Oysa Kıyâmete kadar okunacak ve hükümleri devam edecek bir kitap olan Kur'ân onları övmüştür. Kur'ân, bütün zamanları kuşatan Allah'ın kelâmı olduğuna göre, onları övmesi, adâletlerine delil olarak yeter. Peygamberimiz de pekçok hadislerinde onları meth etmiştir. Faraza hadisleri bize kadar ulaştıran Sahabîler hakkında hiçbir âyet ve hadis olmasa dahi, onların İslâmiyet uğrunda inançlarını, vatanlarını, yurtlarını terk etmeleri, her türlü işkenceye râzı olmaları, ölümü göze alarak cihad etmeleri, İslâ-miyet hakkında, Allah ve Resûlü hakkında yalan söylememeleri için yeterli bir sebeptir.
Sünnetin inkar edilmesinin arkasında yatan sebeplere gelince:
Birinci ve en önemli sebep, dinin temel meselesini değiştirmektir. Bediüzzaman'ın bu konudaki görüşlerini meâlen nakletmek istiyorum:
Ehl-i dalâlet baktılar ki, müçtehitleri nazardan düşürmekle iş bitmiyor. Onların omuzlarında dinin sadece nazariyat kısmı vardır. Oysa o ehl-i dalâlet dinin zaruriyet kısmını terk ettirmek ve değiştirmek istiyorlar "Onlardan daha iyiyiz" deseler, meseleleri tamam olmuyor. Çünkü, müçtehidler dinin asıllarına değil, nazariyata, kati olmayan furuat kısmına karışabilirler. Oysa o mezhepsiz ehl-i dalâlet, dinin zaruri şeylerine dahi fikirlerini karıştırmak, değiştirilmesi mümkün olmayan meseleleri değiştirmek ve kesin olan imanın rükunlarına karşı gelmek istediklerinden, elbette dinin esaslarının taşıyıcıları ve direkleri olan Sahabîlere ilişecekler. Heyhât, değil bunlar gibi insan sûretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanların en kâmilleri evliyanın büyükleri, Sahabînin küçüklerine karşı eşitlik dâvâsını kazanamamışlardır.
Sünnetin inkar edilmesinin ikinci sebebi: Resûlullahın peygamberlik makamını bir "ulak" veya "postacı" düzeyine indirgemek, onun işinin sadece Kur'ân'ı insanlara iletmek olduğunu belirtmek.
Üçüncü bir sebep, ümmetin bütün fıkıh, hadis ve tefsir âlimlerini, imamlarını, din ve dil âlimlerini güvenilmez kılmak. Müslümanları, onların Kur'ân'ı anlamaya yanaşmadıklarına, Kur'ân'ın mesajını anlaşılmaz kılmak için sünnet ve benzeri bilgileri müslümanları oyaladıklarına inandırmaktır.
Bir başka sebebi ise şöyle izah edebiliriz: Kur'ân'ın ilk müfessiri Peygamberimizdir. Sahabîler de ondan öğrendikleri şekilde onu tefsir etmişlerdir. İşte hadisi bir kenara bırakmak isteyenler, Kur'ân'ı, Peygamberimizin, Sahabîlerin ve sonraki âlimlerin yaptıkları tesirden müstakil olarak kendi "kafalarına" göre yorumlamak istemektedirler. Nitekim hadisi İslâm tarihinde ilk olarak Haricîler ve Mu'tezile reddetmiştir. Onların hadisi red sebebi de hadisi kendi görüşlerini serbest yaymaya, Kur'ân'ı istedikleri gibi anlamaya engel görmeleridir.
Canbolat: Sünnetin reddedildiği bir ortamda yaptığınız Taberânî tercümesinin bir anlamı var mı? Bize Taberânî ve tercümesini yaptığınız Mu'cemü's-Sagîr hakkında bilgi verir misiniz?
Mutlu: Sünnetin inkar edildiği, "Kur'ân'daki İslâm" teziyle devre dışı bırakılmaya çalışıldığı böyle bir zamanda biz de sünnete bir katkı olarak bir hadis kitabını tercüme etmeyi uygun bulduk. Daha önce sayın Abdülaziz Hatip ve Şaban Döğen beylerle İmam Suyutî'nin Câmiü's-Sagîr isimli eserini üç cilt olarak şerh ve tahkikli bir şekilde hazırlamıştık. Bu eserimiz şu anda piyasada satılmaktadır.
Taberânî'nin el-Mu'cemü's-Sagîr isimli eserini ise açıklamalı ve tahkikli bir şekilde ben yalnız olarak Mutlu Yayıncılık'tan neşrettim. Böylece kaynak bir hadis kitabı daha Türkçeye kazandırılmış oldu.
el-Mu'cemü's-Sagîr, hadis ilminde "Hafız" ünvanına sahip olan İmam Taberânî'nin (Hicrî 260-360) üç mühim hadis kitabından en küçüğü. Taberânî'nin diğer iki eseri, el-Mu'-cemü'l-Kebîr ve Mu'cemü'l-Evsat'tır. Mu'cem, râvi isimlerine göre (ale'r-ricâl), genelde alfabetik olarak hazırlanmış hadis kitaplarının ortak ismidir. el-Mu'cemü's Sagîr'in orjinali iki cilttir ve içerisinde yaklaşık olarak 1000 adet hadis vardır. Biz de orjinala uyun olarak iki cilt halinde, yaklaşık 1170 sayfa olarak neşrettik. Metinleri harekeledik, hadisleri tahkikiyle beraber, gerekli izahlar yaptık. Hem Türkçe, hem de Arapça olarak zengin bir indeks hazırladık. Kitabın baş kısmına da Sünnete uymanın önemi ve hadislerin bize kadar gelişinin tarihi seyri ile ilgili önemli bir araştırmamızı koyduk.
Canbolat: Sizin bir de ilmihaliniz var...Piyasada o kadar çok ilmihal var ki... neden bir ilmihal hazırlamaya gerek gördünüz?
Mutlu: Daha önceki bir suâlinizde de söylediğim gibi, piyasada var olan bir şeyi yazmaya gerek olmadığı kanaatinde değilim. Sizin de bahsettiğiniz gibi piyasada herbiri değerli ilim ehli tarafından hazırlanmış 40-50 cıvarında ilmihal var. Böyle iken biz de bir ilmihal hazırlama ihtiyacı duyduk. Yeni Asya gazetesi, bizim hazırladığımız ilmihali kupon karşılığı vermesine rağmen, beş baskı yaptı. Sonradan ben daha önce hazırladığım ilmihali "Kur'ân ve Sünnet Işığında Büyük İslâm İlmihali" ismiyle Hanefî ve Şafiîlere göre yeniden düzenleyerek ve ilâve-li olarak Mutlu Yayıncılık'tan neşrettim. Şu anda her iki yayınevinde de hazırladığımız ilmihal aranıyor. Bunun sebebi, bizim ilmihal anlayışına getirdiğimiz bâzı yeniliklerden kaynaklanıyor.
Canbolat: Nedir bu yenilikler?
Mutlu: Bediüzzaman, şeriat kitaplarının birer şeffaf cam özelliğinde ve Kur'ân'a tefsir olması gerektiğine, fakat gerek zamanın geçmesiyle, gerekse tâbi olanların hatâsı yüzünden paslanıp, Kur'ân'a perde olduklarına, Kur'ân'ı daha iyi anlamak için yazılmış değil de kendi başlarına müstakil birer kitap olduklarına dikkat çeker. Sonra da nazarları tekrar Kur'ân'a çekmenin yollarını nazara verir. Bunlardan biri de, İmam Mâlik'in Muvatta'sı ve İmam-ı A'zam'ın Fıkhü'l-Ekberi gibi bilhassa ilk devir âlimlerinin eserlerinde olduğu gibi, özel bir eğitimle, dinî kitapları şeffaf birer tefsir suretine çevirip içinde Kur'ân'ı göstermek gerektiğini ifâde eder.
İşte bizim ilmihalimize getirdiğimiz en mühim yenilik budur. Biz bu eserimizde hükümlerin kaynaklarını Kur'ân'dan ve hadisten delillendirdik. Bununla, nazarları Kur'ân'a ve sünnete çekmeye çalıştık.
İkinci olarak, tenkit etmek için söylemiyorum, ama bir vakıa olduğu için söylemek istiyorum. Bir iki istisnanın dışında, çoğu ilmihallerde iman esasları çok kuru olarak anlatılmaktadır. Oysa ilmihal esas itibarıyla ibâdetleri içine alır. Kişinin ibâdet edebilmesi de iman esaslarına olan imanındaki kuvvettir. Dolayısıyla öncelikle iman esaslarının ikna edici bir tarzda ele alınması gerekmektedir. İşte biz Kur'ân, sünnet ve Bediüzzaman'ın açıklamaları ışığında iman esaslarını ikna edici bir tarzda açıkladık. Çok sayıda okuyucumuzun bu noktadaki takdirleri, bizim bunda muvaffak olduğumuzun bir göstergesidir.
Bir diğer husus, biz, ilmihalimizde namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibâdetlerin hikmetleri üzerinde yine diğer ilmihallerde yer verilmeyen ikna edici açıklamalarda bulunduk. Çünkü bu, kişiyi ibâdete yönlendirir ve onu daha da bağlar.
Bizim ilmihalimizde dikkat ettiğimiz bir konu da sade bir dil kullanmış olmamızdır. Maalesef bâzı yazarlar, Arapça ifâdeler kullanmaya âdeta bayılıyorlar. Biz, Türkçede ifâde edilmesi mümkün olmayan ıstılahların dışında—uydurukçaya girmemek şartıyla—yaşayan Türkçeyi kullandık. Böylece herkes rahatlıkla bizim yazdıklarımızı anlayabilmesini arzu ettik. Bu da okuyucaların tespitiyle muvaffak olduğumuz bir konu. Bir çok okuyucumuz bize şunu söylemişlerdir: "Ben şimdiye kadar baştan sona hiçbir ilmihal okumamıştım. Ama sizin hazırladığınız ilmihali baştan sona okudum."
Biz bir de çoğu ilmihallerde yer almayan evlilik, boşanma, fâiz, ticâret gibi konulara yer verdik.
Ayrıca "Hacda avlanma" gibi, günümüz için hiç gerek olmayan konulara girmedik. Çünkü gidip gördük. Günümüzde hacda avlanma kesinlikle söz konusu değildir. Hele hele Türkiye'den giden hacıların böyle bir bilgiye ihtiyaçları yoktur.
Bizim bilhassa Mutlu Yayıncılık'tan ilâveli olarak çıkardığımız ilmihalin en önemli bir özelliği de, Hanefî ve Şâfiîlere göre olmasıdır. Bilindiği gibi, Türkiye'nin hemen her yerinde Şâfi-îler yaşamakta, fakat kitapların çoğu Hanefîlere göre kaleme alındığından bu kardeşlerimiz problemlerine çözüm bulamamaktadırlar. Böylece bizim ilmihalimiz hem Şâfiîlere, hem de Hanefîlere hitap etmektedir. Bu noktada bilhassa imamlarımızdan aldığım tebriği de burada ifâde etmek istiyorum. Pek çok imam kardeşim şöyle diyorlar: "Hocam benim görev yaptığım câmîde Şâfiîler var, dolayısıyla bana suâller soruyorlar. O anda kaynak kitaplara ulaşmamız çok zor. Sizin ilmihaliniz bu konuda bizim çok büyük bir yardımız oluyor. Allah râzı olsun."
Canbolat: Sizin ilmihal haricindeki pekçok kitabınız da soru cevap tarzında düzenlenmiş... Bu soruları siz zihninizden mi buldunuz, yoksa size gelen suâlleri toparlayarak mı kitap yaptınız?"
Mutlu: Evet, benim pekçok kitabım suâl cevap tarzında. Bu kitaplarımda binlerce suâli cevaplandırmış bulunuyorum.
Uzun yıllar Yeni Asya gazetesinde okuyuculardan gelen suâllere cevap yazdım. Hazırladığım köşeye okuyucuların ilgisi bir hayli fazla idi. Dolayısıyla bana gerek mektupla, gerekse telefonla pekçok suâl geliyordu. Halen de pekçok kimseden suâl almaktayım. İşte kitaplarımda yer alan suâllerin bir kısmı okuyuculardan gelen suâller. Ancak hemen ifâde edeyim ki, tamamı okuyuculardan gelen suâller değil.
Ben köşe yazılarımı hazırlayacağım kitapta değerlendirirken o yazıları bir araya getirerek kitap çıkarmıyorum. Önce yazmayı düşündüğüm kitabın, meselâ Hanımlara Fetvalar, Mezhepler Nasıl Ortaya Çıktı? Evlilik Âile ve son kitabımız Helâller Haramlar'ı ele alalım. Öncelikle yazacağım kitabın bir planını çıkarıyorum. O kitapta yer alması gereken ana konuları ve alt başlıkları tespit ediyorum. Sonra o konu ile ilgili yazılarıma bakıyorum. Bunların bâzılarını aynen kullanıyorum, bazılarının üzerinde kitaba gidecek şekilde yeniden çalışıyorum. Kitapta bulunması gereken fakat yazılarım içinde yer almayan konuları da hazırlayarak kitabımı neşrediyorum. Böylece okuyucalardan gelen suâllerle ve benim o kitapta bulunmasını arzu ettiğim konularla toplumun nabzını tutmuş oluyoruz.
Hatırlarsınız sizin geçmişte genel müdürü olduğunuz Üsküdar FM'de ben yedi ay süreyle dinleyicilerden gelen suâllere cevap veriyordum. Dinleyicilerin yönelttiği suallerin %99'u, benim daha önce hazırladığım kitaplarda cevaplandırdığım konulardı. Böylece onlara rahat bir şekilde cevap verebiliyordum.
Canbolat: Sizce günümüz fakihleri insanların problemlerini çözebilecek kadar güçlü mü? Ya da çalışkan mı? Daha evvel olmayan bugünün bir meselesine bir fakih nasıl cevap veriyor?
Mutlu: Maalesef bu suâlinize müsbet cevap veremeyeceğim. Peygamberimiz bir hadislerinde âhirzamanda Kur‘ân'ı güzel sesle okuyanların çoğalacağına, dinde ince anlayış sahiplerinin ise az olacağına dikkat çekmektedir. Gerçekten de günümüzde çok güzel Kur'ân okuyanlar var, fakat fıkıh bilgisine sahip insanların sayısı, parmakla sayılacak kadar az üstelik bilgi bakımından da yeterli değil.
Aslında ismen olmasa da fıkıh kitaplarında günümüzün pekçok meselesinin benzerleri yer almaktadır. Bu biraz da, önceki âlimlerin o gün için farazî meselelere de cevap vermiş olmalarından kaynaklanır. O gün farazî olan bâzı meseleler, günümüzde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla iyi bir fıkıh âlimi, hak mezheplerin bütününü göz önünde bulundurarak zamanımızda karşılaşılan çoğu suâllere cevap verebilir. Bununla beraber, ferden hüküm vermeye cesâret edilemeyecek konular da vardır. Maalesef bâzı problemlere net cevap verilememektedir.
Canbolat: Suâlleri cevaplandırma noktasında sadece Hanefî fıkhından mı yararlanıyorsunuz? Yoksa başka müracaat ettiğiniz yerler var mı?
Mutlu: Benim kitaplarımdan birisi de Mezhepler Nasıl Ortaya Çıktı? konusunu işlemektedir. Dolayısıyla böyle bir kitabın yazarı olarak, sadece Hanefî fıkhını esas almam mümkün değil. Şunu açıkça söylemek isterim ki, günümüzün meseleleri sadece bir tek mezheple çözümlenecek gibi değil. Yani bir fıkıh âlimi, sadece bir mezhebi esas alarak hüküm verirse, İslâmın geniş alanını daraltmış olur. Meselâ yöneltilen sualin cevabı sadece Hanefî mezhebine göre câiz değilse, suâle muhatap olan da buna karşılık "Böyle yapmanız İslâm'da câiz değil" derse, İslâmi-yete karşı büyük bir cinâyet işlemiş olur. Çünkü İslâm, Hanefî mezhebi demek olmadığı gibi, Şâfii mezhebi de değildir. Hak mezhepler ve batıl mezheplerin hak olan hükümlerinin tamamı İslâmdır. Böyle olunca cevap verme durumunda olan kimsenin "Sizin suâlinizin cevabı Hanefî mezhebine göre câiz değil, fakat Şâfiî mezhebine göre câizdir" demesi gerekir. Bu aynı zamanda "İslâm'da câizdir" demek olur. Mezhep din demek değildir. Vatandaşın bir mezhebe bağlı olması, inancını rahat ve huzurlu bir şekilde yaşaması için önemli olsa da, fetva verme durumunda olan bir ilim ehlinin bir mezhebi esas alarak, diğer mezheplerde câiz olan bir mesele hakkında "İslâm'da câiz değildir" deyip kesip atması, İslâmı bilmemesinin en büyük delilidir.
İşte ben kitaplarımda sadece Hanefî mezhebini değil, bütün hak mezheplerini bilhassa Şâfiî mezhebini de esas alıyorum. Türkiye'de ilk defa "Hanefî ve Şâfiîlere Göre" diye başta İlmihal olmak üzere, Temizlik Gusül Abdest, Ezân Câmi Namaz, Oruç Zekât, Evlilik Âile gibi kitaplar neşrettim. Bu durum bilhassa Türkiye'nin her yerinde yaşayan Şâfiî mezhebine mensup kardeşlerimizi bir hayli memnun etmektedir.
Bu konuda, çok ilgi çeken Mezhepler Nasıl Ortaya Çıktı? isimli kitabımızı her Müslümanın okumasını tavsiye ediyoruz.
Canbolat: Sizin bir de Câferîlik ile ilgili kitabınız var. Bu kitabı niçin yazdınız ve orada neler anlatıyorsunuz?
Mutlu: Müslümanları birbirlerine bağlayan en önemli bağ, Allah, peygamber, din, kitap ve kıble birliğidir. Böyle iken bazan ırk, siyaset, cemaat, tarikat, mezhep gibi önceki birlik sebeplerinin yanında fazla bir öneme sahip olmayan bağlar esas alınmaktadır. Böyle olunca da birbirleriyle kardeş olan, bir vücut gibi olan müslümanları arasında büyük bir ayrılık baş göstermektedir.
İşte Câferîlerle Ehl-i Sünnet arasında da böyle manasız bir ayrılık söz konusudur. İslâm âleminin bu iki büyük topluluğu sürekli olarak birbirlerine farkı ve yanlış gözlerle bakmışlar. Ehl-i Sünnet, Câferîleri genel Şiîler içerisinde değerlendirirken, Câferîler de Ehl-i Sünneti, Ehl-i Beyt düşmanı olarak görmüşlerdir. Bunun sonucunda ise iki toplum arasında pek çok kan dökülmüş, savaşlar yapılmıştır.
İşte 560 sayfalık Câferîlik kitabımızda, biz Câferîleri bütün bütün Şiiler içiresinde değerlendirmenin doğru olmadığını ele aldık. Yani Şiâ içinde Hz. Ali'ye Allah veya peygamber diyebilecek kadar çok bozuk fırkalar var. Fakat Câferîler o kategoride değil. Onlarla aramızda iman esasları açısından fark yok. İbâdet noktasında da temelde olmamakla beraber fer'i, yani dinin aslından olmayan meselelerde bazı farklılıklar var. Dolayısıyla Allah'a, peygamberlerle, kitaplara, meleklere, haşre büyük ölçüde aynı şekilde inanıyoruz. Câferîler namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekat veriyor, hacca gidiyor. Anlaşamadığımız tek nokta, "İlk Halifelik hakkının Hz. Ebû Bekir'in mi, yoksa Hz. Ali'nin mi olduğu?" konusu. Oysa geçmiş günleri yeniden yaşamamız mümkün değil.
Ehl-i Sünnet de, Câferîlerin zannettiği gibi, Ehl-i Beyt düşmanı değil, en az Câferîler kadar Ehl-i Beyti sevmektedirler. Bunun en büyük ispatı, çocuklarına Ali, Hasan, Hüseyin, Fatıma gibi isimler vermeleridir.
Biz bu kitabımızda birlik olduğumuz konuları ele alıyoruz. Câferîlere yapılan iftiraları reddediyoruz. Hilâfetle ilgili konularda onlara katılmadığımızı ifâde ettik. Bu noktada onların delillerini kuvvetli bir şekilde çürüttük. İbâdet noktasında Ehl-i Sünnetten ayrıldıkları konular üzerinde durduk. Eserin sonunda da her mezhep mensuplarının göz yaşartıcı birlik çağrılarına yer verdik.
Bu kitabımız hem Câferîlik ismiyle, hem de üslup bakımından Türkiye'de ilk olma özelliğine sahiptir. Okuyan bunu rahatlıkla görebilir.
Canbolat: Câferîlerden olumlu, ya da olumsuz tepki aldınız mı?
Mutlu: Önceden Câferî mezhebine mensup olup da sonradan Ehl-i Sünnet mezhebini benimsemiş birçok kardeşimizden çok müsbet tepkiler aldım. Bunlar, bu kitabımızla hem daha önce mensubu bulundukları Câferîler hakkındaki menfi düşüncelerin, iftiraların çürütüldüğünü, hem de Ehl-i Sünnet mezhebinin haklı olduğunu açık olarak görmenin sevincini yaşamaktadırlar. Bunun için bu eserimize sahip çıkmaktadırlar.
Şu anda Câferî olan kardeşlerimiz de bu kitabımızı takdir ve tebrik etmektedirler. Katıldığımız fuarlara değişik zamanlarda gelen birçok Câferî kardeşimizle sohbet etme imkanı buldum. Bâzıları kitabı incelemek için ellerine alıp biraz inceledikten ben anlatmaya başlıyordum. O kardeşlerimiz, "Biliyoruz. Okuduk. Zaten arkadaşıma tavsiye ediyorum" diyorlardı. Benim kitabın yazarı olduğumu öğrenince de, istisnasız hepsi beni tebrik ediyor, tarafsız bir gözle yazdığımı söylüyorlar. Bunlardan bâ-zıları benim imamet noktasındaki tenkitlerime katılmadıklarını söylediler. Ben de, "O naktada da tarafsız davrandığımı, ancak araştırmalarımın neticesinin öyle olduğunu" ifâde ediyorum.. Caferî mezhebine mensup olan kardeşlerim de bu kitabı genelde kendileri hakkındaki iftiraları çürüten bir kitap olarak görüyorlar.
İstanbul'da çıkan bir gazeteleri aracılığıyla bu kitabımızdan on tane kadar satın aldılar. Ayrıca Ehl-i Beyt isimli dergilerinde kitap hakkında iki sayı değerlendirmelerde bulundular. Bu değerlendirmelerin girişi aynen şöyle:
"Caferiliğe ait görüşleri büyük ölçüde, bu mezhebe bağlı müelliflerin eserlerinden yararlanarak aktarması ve gerçeği olmayan iftiralara yer vermemesi ve yer-yer bu tür iftiraları açıkça reddetmesi; başka bir tabirle, şia'ya ait görüşleri aktarmada emaneti riayet etmesi bu çalışmanın takdire şayan en belirgin özelliklerinden sayılır."
Canbolat: "Kur'ân'a ve sünnete Ayna ismiyle bir dergi çıkarıyorsunuz. Buna niçin ihtiyaç duydunuz?"
Mutlu: Allah'a sonsuz şükürler olsun ki, Müslümanlar kitabın, gazetenin, derginin ehemmiyetini kavradılar ve bu sahalara ağırlıklarını koyabilmek için büyük bir gayret gösteriyorlar. Bu cümleden olarak İslâmiyete sahip çıkan bir hayli gazete ve kitabın yanı sıra, çok sayıda dergi de mevcuttur. Ancak hemen ifâde edelim ki, hem yıkmak daha kolay, hem de tamire çalışanlar, tahribe çalışanlara nisbetle azdırlar. İşte biz de istedik ki, iman ve İslâma hizmet kervanının bir neferi de biz olalım. Bu yolda faaliyet gösteren din kardeşlerimizle birlikte İslâm sancağını en yüksek burçlara dikmeye çalışalım. Hizmet yarışında yerimizi alalım.
Canbolat: Niçin Kur'ân'a ve Sünnete Ayna?
Mutlu: Kur'ân ve sünnet nazara verilmesi gerekirken, maalesef pekçok kitapta Kur'ân'a ve sünnete gölge olunmakta, falan veya filan âlimin görüşleri ön plana çıkabilmektedir. Meselâ pekçok fıkıh kitabında hükümlerin asıl kaynakları olan Kur'ân ve sünnetten delil getirme yerine, filan alimin, falan âlimin görüşü nazara verilmektedir. Bâzı tefsir kitapları için de aynı hüküm geçerlidir. Bir âyetin tefsiri yapılırken, "Allah ne diyor?" suâlinin cevabı yerine, çoğu zaman nazarlar afakî bilgilere, lüzumsuz tartışmalara çekilmektedir. Hadis kitaplarına yazılan izahlarda da istisnalar dışında aynı durum söz konusudur. Hadisin mesajı yerine, en azından okuyucuların çoğunu ilgilendirmeyen gramer bilgileri verilmektedir.
İşte biz, dergimizle, Kur'ân'a ve sünnete ayna olabilmeyi hedefliyoruz. Direkt onu aksettirmek istiyoruz. Böyle bir düşünceye sahip olmamızda, Bediüzzaman'ın bir kısmını meâlen alacağımız şu sözlerinin tesiri büyük olmuştur:
Çoğunluğu, delilden daha çok, kaynaktaki kudsiyet bağlanmaya sevk eder. Müctehidlerin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur'ân'ı göstermeli, yoksa vekil ve gölge olmamalı.
Eğer dinin zarurî olan hükümlerinde doğrudan doğruya Kur'-ân gösterilse idi, zihin tabii olarak, bağlanmaya teşvik eden, vicdanı harekete geçiren ve bizzat gerekli olan kudsîyete intikal ederdi. Bu suretle kalbe hassasiyet melekesi gelir, imanın gereğini yerine getirmeye karşı sağır kalmazdı.
Demek şeriat kitapları, birer şeffaf cam özelliğinde olması gerekirken, zamanın geçmesi ile tâbi olanların hatası yüzünden paslanıp, Kur'ân'a perde olmuşlardır. Evet, bu kitaplar, Kur'ân'a tefsir olması gerekirken kendi başlarına müstakil birer kitap hükmüne geçmişlerdir.
Eğer Müslümanların dinin zarurî olan ihtiyaçları için bizzat Kur‘ân'a yönelselerdi, o Kitab-ı Mübin (Kur'an), milyonlarca di-nî kitaplara dağılan rağbetten daha şiddetli bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olurdu ve böylece nefisler üzerinde bütün mânâsıyla hükmeder ve faydalı olurdu. Sadece okunmasıyla sevap kazanılan, bir mübârek derecesinde kalmazdı.
İşte, biz dergimizde neşredeceğimiz yazılarla elimizden geldiği kadar Müslümanların nazarlarını Kur'ân'a ve sünnete çekmeye çalışacağız. Tabi bu, şimdiye kadar gelmiş geçmiş âlim-lerden istifade etmeyeceğimiz mânâsına gelmez. Çünkü 1400 senelik birikimi bir yere bırakmakla hiçbir yere varılamaz. O-nun için bizler o âlimlere yine Kur'ân ve sünnet hesabına, yani bu iki önemli kaynaktan anladıkları mânâları okuyucularımıza aktarmaya çalışacağız.
Kur'ân'a ve Sünnete Ayna ismiyle bir dergi çıkarmamızın diğer bir sebebi, Peygamberimizin bir mûcize olarak haber verdiği gibi, "Bize Kur'ân yeter" diyenlerin çıktığı bir dönemde yaşıyor olmamızdır. Bâzı kimseler sünneti devre dışı bırakmak, Peygamber Efendimizi haşâ, sadece Kur'ân'ı getirmekle vazifeli olan, bunu yapmakla da vazifesi bitmiş bulunan bir "postacı" bir "ulak" seviyesine indirgemek istemeleridir. Biz, dergimizde elimizden geldiğince, dilimizin döndüğünce bunun böyle olmadığını, Kur'ân'ın yanısıra sünnet adı verilen zengin bir mânevî mirasımızın daha olduğunu nazara vermeye çalışacağız. Dergimizde yer vereceğimiz makalelerle, böylelerinin maskelerini indirmeye, halkı aldatmalarına gücümüz nisbetinde engel olmaya çalışacağız.
Bu isimde bir dergiyle çıkmamızın bir başka önemli sebebi de, Bediüzzaman'ın ifâdesiyle, taassublardan, hikayelerden ve İsrâiliyattan arınmış bir İslâmiyeti okuyucularımıza aktarmaya çalışmak, hurafelerden, yalan yanlış şeylerden arınmış, öz haliyle "Doğru İslâmiyeti" ortaya koymak olacaktır.
Canbolat: Hedef kitleniz kim?
Mutlu: Dergimiz, filan cemaatin, filan tarikatın, filan partinin, filan mezhebin mensuplarına değil, bütün Müslümanlara hitab edecektir. Kur'ân ve sünnet bütün Müslümanların ortak malı olduğundan, biz de bütün Müslümanlara hitaben çıkıyoruz.
Evet, Allah'ın yardımı ve okuyucularımızın duâsı ile Kur'ân'a ve sünnete AYNA olmaya çalışacağız. Kur'ân'ın nerede ise sadece ölülere okunan bir kitap olduğu; Kur'ân'ı bize tebliğ eden, yaşayışıyla ona AYNA olan Sevgili Peygamberimizin sünnetinin bâzılarınca reddedildiği, çoğu kitapların Kur'ân'a ve sünnete gölge olabildiği bir zamanda, dergimizle, karınca kararınca Kur'ân'a ve Sünnete Ayna olabirsek kendimizi bahtiyar sayacağız.