Bediüzzaman ve Tasavvuf-Tarikat (Gülistan Dergisi)
Bediüzzaman Said Nursi-rahimehullah-Hazretlerinin tasavvifi manada nasıl bir tecrübesi olduğu hep merak ediliyor. Yaşadığı dönemi de dikkate alarak bize bilgi verebilir misiniz?
İsmail Mutlu: Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin kadiri ve nakşi tarikatları ile çok münasebetleri olmuştur. Mesela Bediüzzaman, Kaderi meşrebinde ve Şazeli mesleği üzerinde olduğunu ifade etmiştir. Kadiri üstadının, Nureddin (k.s.); Nakşi Üstadının Seyyid Nur Muhammed (k.s.) olduğunu kendisi ifade etmiştir. Bir yerde de Abdülkadir Geylani (k.s.) ile İmam Rabbani (k.s.) Hazretlerinden iki önemli üstadı olarak bahseder. Bu zatların irşadıyla büyük bir manevi değişim geçirmiştir.
Bediüzzaman tarikata tasavvufi manada intisap etmiş midir? Yoksa sohbetlerine katılıp görüş ve tavsiyelerinden mi faydalanmıştır.
İsmail Mutlu: Bediüzzaman, hiçbir tarikata intisaplı değildir. Onlardan çeşitli yönlerden istifade etmiştir.
Manevi alemde, yani Üveysi olarak mı?
İsmail Mutlu: Evet, manevi alemde ve onların eserlerini okuyarak. Burada Bediüzzaman'ın bir talebesinin sualine verdiği cevabı hatırlatmakta fayda var. Bir talebesi Üstad'a, "Üstadım, sen Geylani Hazretleri ve Rabbani Hazretleri için "Benim iki önemli üstadım" diyorsun. Fakat çoğu zaman, "Tek üstadının Kur'an olduğunu söylüyorsun" diye sorar. Verdiği cevapta bu çok ince noktayı şöyle açıklar:
"Abdülkadir Geylani (k.s.) ve İmam Rabbani (k.s.) gibi zatlar, beni Birinci Said döneminden İkinci Said dönemine getiren zatlardır. Şu anda ise onlar durus-u Kur'aniyede (Kur'an derslerinde) ders arkadaşlarımdırlar."
Zaten İmam Rabbani'den (k.s.) tevhid-i kıble etme, yani sadece kur'an'a yönelme dersi aldı. Risaleleri yazarken yanında Kur'an'dan başka bir eser yoktu. Bütün mesaisini Kur'an üzerinde yoğunlaştırdı.
Bediüzzaman (rahimehullah) Hazretlerinin "Zaman tarikat zamanı değildir" şeklinde bir sözü var.
İsmail Mutlu: Üzülerek ifade edelim ki, Bediüzzaman'ın bu sözü mecrasından saptırılarak anlaşılmış ve halen de öyle anlaşılmaktadır. Bir sözü iyi anlayabilmek için "kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne zaman söylemiş" gibi suallerin cevabının yerli yerince oturması gerekir. Bu söz için de özellikle söylendiği zaman dilimi çok önemlidir. Şöyle ki:
Bir yandan Rusya'da Bolşevizm ihtilali yapılmış ve Rusya "Din afyondur" diyerek bütün dinlere savaş açmış. Sıcak denizlere hakim olma planını gerçekleştirmesi, boğazlara hakim olmaktan geçiyor. Kominizmi, diğer bir ifadeyle imansızlığı Türkiye'ye yerleştirerek beyinleri satın alıp bu idealini gerçekleştirme peşinde….
Avrupa, tabiatçılık, varoluşçuluk, Darwnizm gibi teorilerle Allah'ı kainatın dışına çıkarma peşinde. Hedefte yine Türkiye de var.
Türkiye'de "dinle bağlar koparılacak" şeklinde karar alınmış. Dine ve dindarlara karşı büyük bir baskı var.
Tasavvuf ehli içine kapanmıştı. Islah için çalışmalar yapılıyordu. Ceride-i Sufiyye, Ceride-i İlmiye, Tasavvuf, Muhibban ismiyle gazeteler çıkarılıyordu. Cemiyet-i Sufiyye-i İttihadiye ismiyle tarikatları ıslah ve bir çatı altında toplama düşüncesiyle çalışmalar yapılıyordu. Özellikle beşik şeyhliğine, yani şeyhliğin babadan oğla geçmesine karşı çıkılıyordu.
İşte Bediüzzaman, "Zaman tarikat zamanı değil. İman kurtarma zamanıdır. Ekmeksiz yaşanmaz, ama meyvesiz yaşanır. Tasavvuf, meyve gibidir" sözünü bu şartların devam ettiği, ıslah faaliyetlerinin başarısız kaldığı yıllarda kullanmıştır.
Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası'nda "Zaman tarikat zamanı değildir" sözünün bir açılımı olarak kabul edebileceğimiz şu sözleri kullanır:
"Risale-i Nur'a hizmet, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak, on mü'mini velâyet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, ebedi mutluluğu kazandırdığı için bir mü'mine, dünya kadar bir ebedi bir saltanatı temin eder. Velâyet ise, mü'minin Cennetini genişletir, parlatır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak da, on adamı velî yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir."
Bilindiği gibi, İmam-ı Azam'a nispet edilen Fıkh-ı Ekber ismiyle bir kitap vardır. Bu eserde bildiğimiz fıkhı konulardan hiç bahsedilmez. Tamamen iman konuları işlenir. Çünkü İmam-ı A'zam'ın yaşadığı dönemde fıkıh, sadece ibadet ve muamelat konularına indirgenmemişti. Dolayısıyla o yıllarda fıkh-ı ekber, "iman"dı. Bediüzzaman da bir eserinde kendi yolunun "fıkh-ı ekber olan iman meselesi" olduğunu nazara verir.
Bediüzzaman başka bir eserinde tarikata üçüncü derecede baktığını ifade eder. Yani birinci sıra imanındır, ikinci sıra İslam'ındır (şeriat) üçüncü sıra ise tarikatındır. Kaldı ki, İmanı önceleyen sadece Bediüzzaman değildir. Müceddiyiyye gibi önemli bir kolun kurucusu olan İmam Rabbani Hazretleri de, Mektubat isimli eserinde önceliği imana verir. İkinci sırada İslamiyet, yani şeriat gelir. Üçüncü sırada ise tarikat gelir. Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinde Nakşibendi tarikatında imanın öncelenmesiyle ilgili olarak şöyle bir açıklama yapmıştır:
İkinci bin yılının Müceddidi Ahmed-i Farukî (İmam-ı Rabbânî, Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demiş: "İmanla ilgili hakikatlerden birtek meselenin açılması ve açığa kavuşması, benim yanımda binlerce zevklere ve kerâmetlere tercih edilir. Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, iman hakikatlerinin açılması ve anlaşılmasıdır."
Mâdem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor. Elbette, iman hakikatlerini tam bir açıklıkla izah eden ve Kur'ân'ın inceliklerinden damlayan Sözler, velâyetten beklenen neticeleri verebilirler.
Nakşıbendi silsilesinde yer alan zâtların kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (Allah ondan râzı olsun), Mektubat'ında demiş ki: "İman hakikatlerinden bir meselenin açılmasını, binlerce zevklere, vecd hallerine ve kerâmetlere tercih ederim."
Hem demiş ki: "Bütün yolların ulaşılacak son noktası, iman hakikatlerinin açılması ve anlaşılmasıdır."
Hem demiş ki: "Velâyet üç kısımdır:
Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir;
Biri velâyet-i vustâ,
Biri velâyet-i kübrâdır.
Velâyet-i kübrâ ise, Hz. Muhammed'in peygamberlik yönüne vâris olma yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır."
Hem demiş ki: "Nakşibendi tarikatında iki kanatla sülûk edilir. Yani, iman hakikatlerine sağlam bir surette inanmak ve dinin farz olan emirlerine uymakla olur. Bu iki kanatta kusur varsa o yolda gidilmez."
Öyleyse, Nakşîbendi tarikatının üç perdesi var:
Birisi, aynı zamanda en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya iman hakikatlerine hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (Allah ondan râzı olsun) ömrünün son zamanlarında o yola girmiştir.
İkincisi: Dinin farz olan emirlerine ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir.
Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla kalbin hastalıklarının giderilmesine çalışmak, mânevî yolculuğu kalb ayağıyla yapmaktır. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.
Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî1, Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbânî (Allah onlardan râzı olsun) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün gayretlerini, iman hakikatlerinin ve İslâm inancının sağlamlaştırılmasına sarf edeceklerdi. Çünkü ebedî mutluluğun vesilesi onlardır. Onlarda kusur edilse, ebedî azaba sebebiyet verir. Kişi imansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, İslâm hakikatleri gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar mânevî bir yolculukla bazı iman hakikatlerine ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakikatlere çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette akıl kârı değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur'ân'a ait bir yolu açtığına, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar…..
Bilirsiniz ki, eğer dinsizlik cehaletten gelse, giderilmesi kolaydır. Fakat fenden ve ilimden gelse, giderilmesi zordur. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleleri kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem de kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak şu zamanda, Kur'ân'ın i'câzının mânevî parıltılarından olan bilinen Sözlere, şu dinsizlik komitesine karşı bir ilaç özelliğini vermiş düşüncesindeyim.
Fakat ne yazık ki, benim karışık ifâdelerim ve güzel olmayan niyetlerim bir derece sed çekiyor. İnşaallah kardeşlerimin duasıyla o engel kalkar, o ilaçlar tesirini güzel gösterir.
Evet, imanın temellerinin zayıfladığı, birilerinin de önemli bir kuvvetle o zayıflayan temelleri yıkmaya çalıştığı bir zamanda, özellikle o günün tasavvuf ve tarikat ehlinin yaptığı gibi, temeli çürümüş bir binanın duvarlarını süslemekle meşgul olan kimse benzeri, birilerinin "nefsi nefsi" diyerek inzivaya çekilmesinin; kendi makamını yükseltmek için zikir ve evradla meşgul olma bencilliğinin tasvip edilecek bir yanının olmadığını düşünüyoruz. İşte Bediüzzaman, imansızlık cereyanının her tarafıkasıp kavurduğu bir dönemde, sadece şahsi kemalatla meşgul olan o zamanın tarikat ve tasavvuf ehline "Gelin hep birlikte imanın kurtarılmasına gayret edelim" diye feryat ediyor.
Kaldı ki, Bediüzzaman, seneler sonra bu sözüyle ilgili olarak önemli bir açıklamada bulunmuştur. Şöyle demiştir:
"Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatlerini düşünüp "Tarikat zamanı değil, bid'alar engel oluyor" dedim. Fakat şimdi Rasûlullahın sünneti dairesinde bütün on iki büyük tarikatın özeti olan ve tarikatların en büyük dairesi bulunan Risâle-i Nur dairesi içine her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmesi gerektiğini ve bunun lüzumlu olduğunu zaman gösterdi."
Hocam, Bediüzzaman'ın "Zaman tarikat zamanı değildir" sözünü, imanı öncelediği için, özellikle imana saldırıların yoğunlaştığı bir dönemde söylediğini anladık. Günümüzde de öyle mi, yani tarikat ehli hala "Nefsi, nefsi" mi diyorlar? Bu konuda ne diyorsunuz?
İsmail Mutlu: Sonraki yıllarda tarikatlar, iman kurtarmanın önemini anladılar. Onlar da imkanlarını iman kurtarma yönünde kullanmaya başladılar. Mesela tarikata intisap etmek geçmiş yıllarda çok zor olduğu halde, günümüzde bu zorluk kalkmıştır. Herkes tarikata dahil olabilmektedir. Günümüz şeyhleri, her taraftan yoğun bir saldırıya maruz kalan imanın maksadın imanın kurtulması ve korunmasını önceledikleri için tarikata dahil olmayı kolaylaştırmışlardır. Hatta daha önce "havassın" yolu olan tarikat kapısının artık herkese "açıl"dığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Günümüzde tarikatlarda imani derslerin yanı sıra dini eğitim verilmektedir.
Evet, artık zaman değişti. "Her zamanın bir hükmü vardır" gerçeği bir defa daha hükmünü sürdürüyor. Günümüzde tarikat mensupları dergi ve gazete çıkarıyorlar. CD'ler hazırlıyorlar. İnternet siteleri kuruyorlar. Radyo istasyonları, televizyon kanalları açıyorlar, kitaplar çıkarıyorlar. Ayırım yapmaksızın herkesi aydınlatmaya çalışıyorlar. Sırf imanları kurtulsun diye herkesi halkalarına almaya çalışıyorlar. Tasavvuf ve tarikat ehlinin büyük bir kısmı iman hizmeti yapıyor.
Seyyid Abdülhakim el-Hüseyni Hazretleri, "Bu zamanda tasavvuftan maksadımız iman kurtarmaktır" der. Bir sohbetinde bu konuda şöyle demiştir: "Evliya yetiştirme mektepleri olan tarikatlar, artık iman kurtarma mektepleri haline geldi. Eskiden insanlar yıllarca gezer, kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp Müslümanların imanları kurtarmak için çağırıyor ve topluyorlar. Şah-ı Hazne (Kendisi) ümmet-i Muhammed'in imanını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarikat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalanmadır yapıyoruz. Maksat iman kurtarmaktır."
Evet, tasavvuf ve tarikatta büyük bir dönüşüm yaşanılarak imana öncelik verilmesi; sonrasında ise "imanın hayata, hayat vermesi" konusunda gayret gösterilmesi, sevindirici bir durumdur.
Bununla birlikte acizane kanaatim o ki, değişen şartlar sonrasında, yani iman hizmetine büyük bir çoğunluğun sahip çıktığı zamanımızda, birileri de manevi dinamiklerimiz olarak zikirle, makamlarını yükseltmeye çalışmakla, ümmete dua etmekle meşgul olabilirler. Artık zemin ona müsaittir. Bir bahçede her türlü çiceğin; bir bağda her türlü meyvenin olması gerekir.
"Zaman tarikat zamanı değildir" sözü özellikle Nur talebeleri tarafından fazla kullanıldığı için, Bediüzzaman, tasavvuf ve tarikat karşıtı gibi algılanıyor. Üstad'ın tasavvuf ve tarikatına bakışını gösteren ifadeleri konusunda neler söyleyeceksiniz?
İsmail Mutlu: Evet, maalesef böyle bir durum söz konusu. Şimdiye kadar çıkarılan kitapların yüzde doksanı, Risale-i Nurla tarikatı karşı karşıya imiş gibi gösteriyor. Bu, kesinlikle doğru değil. Bediüzzaman'ın, şartların gereği olarak son derece yerinde olan bu sözünden, kendisini tasavvuf ve tarikat karşıtı imiş gibi göstermek, kendisini yanlış anlamanın yanı sıra ona cidden haksızlık etmek olur.
Bediüzzaman, bu sözü söylemeden önce, yani Eski Said döneminde tarikat ve tasavvuf yolunu, "İslamiyetin üç önemli ve sarsılmaz kalesinden birisi" olarak görmüş ve özellikle medrese ve tekkeyi birleştirme yolunda çok önemli gayret harcamıştır. Yeni Said döneminde de Bediüzzaman'ın tasavvuf ve tarikatı oldukça methedici o kadar çok ifadeleri var ki. Bir İlahiyatçı olarak Risale-i Nurlar üzerinde 30 küsur senedir çalışıyorum. Fihristini çıkarıp yayınladım. Risale-i Nurları Türkiye'de ilk defa orijinali ile birlikte açıklamalı olarak günümüz Türkçesine aktardım ve yayınladım. Tasavvuf hakkında da tasavvuf ve tarikatlar tarihine yönelik üç önemli eser yayınladım. Daha da yayınlayacağım. Bütün bunları bir tespitimi aktarmak için söylüyorum: "Risale-i Nur'u okuyan kimse tasavvufu bilmiyorsa, Risale-i Nur'un tasavvufa karşı olduğunu zanneder. Oysa tasavvufi eserleri iyi okuyan, tasavvufu biraz bilen biri, Risale-i Nur'u okuduğunda aynı tasavvuf terimlerinin Risale-i Nurlarda da yer aldığını rahatlıkla görebilir." Yani Risale-i Nur için tasavvuf kitabıdır denilse yanlış olmaz. Ancak, Risale-i nur, sadece bir tasavvuf kitabı değildir. Allah izin verirse Risale-i nur ve tarikat tasavvuf konularında önemli çalışmalar yayınlamayı düşünüyorum.
Diğer bir husus, onun Türkiye'de tarikatların kapatılacağı dönemde yazdığı Telvihat-ı Tis'a isimli risale, tamamen tarikatların önemine ve savunmasına ayrılmıştır. Bu cesareti o zamanın şeyhleri dahi gösterememiştir. Bediüzzaman, bu eserinde, tarikatın hedefini şu sözlerle açıklar:
Tarikatın hedefi, marifet ve iman hakikatlerinin açılması olarak, Rasulullahın gölgesinde ve koruması altında, kalp ayağıyla ruhen yapılan bir yolculuk neticesinde , zevkle ilgili olan, yaşanılan, tadılan iman ve Kur'an hakikatlerini, bir derece gözle görmeye mazhar oluştur.
Ayrıca bu eserinde kalbin de akıl gibi işlemesi gerektiğini; kalbi işletmenin en büyük vasıtasının ise velayet mertebelerinde Allah'ı zikir ile tarikat yolunda iman hakikatlerine yönelmek olduğunu nazara verir. "Velayet ve tarikat, peygamberliğin ve şeriatın sağlam bir delili olduğu gibi, İslamiyetin mükemmel oluşunun bir inceliği, bir ışık kaynağı, insaniyetin İslamiyet sırrıyla bir ilerleme ve feyiz kaynağıdır. Böyle iken hak yoldan sapan bazı gruplar, onu inkar yönüne gitmişler, kendilerinin mahrum kaldıkları o nurlardan başkalarının da mahrum kalmasına sebep olmuşlar" der. Bu eserinde Ehl-i Sünnete mensup bir kısım gafil siyasilerin tarikatçılar içinde gördükleri bazı kötüye kullanımı ve bir kısım hataları bahane ederek, o büyük hazineyi kapatmak, hatta yıkmak ve bir çeşit hayat suyu dağıtan o Kevser kaynağını kurutmak için çalıştıklarına dikkat çeker. Eşyada her yönden kusursuz olmanın, kötüye kullanımın görülmemesinin mümkün olmadığını nazara verir. Ehil olmayanların işe girdiği yerlerde kusurlarının olmasının mümkün olduğunu ifade eder. Önemli olanın, İlahi adalete uygun olarak iyilik ve kötülükte dengesine göre bakmak gerektiğini, tarikatın iyiliklerinin ise kötülüklerine kesinlikle üstün geldiğini söyler. Sonrasında şöyle der:
İslam dünyası içindeki kudsi bir bağ olan kardeşliğin gelişmesine ve yayılmasına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatlar olduğu gibi, küfür dünyasının ve Hıristiyanlık siyasetinin, İslamiyet nurunu söndürmek için müthiş hücumlarına karşı da, İslamiyetin üç önemli ve sarsılmaz kalesinden birisidir. Hilafet merkezi olan İstanbul'u 550 sene bütün Hıristiyan dünyasının karşısında koruyan, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran tevhid nurları ve İslam merkezindeki önemli bir dayanak noktası, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde "Allah, Allah" diyenlerin imanlarının kuvvetinden ve Allah'ı Allah'ı tanıyıp bilmelerinden gelen birbirlerini Allah için sevmekle, neşe ve coşku içerisindeki kulluklarıdır. İşte ey milletine hizmet davasında bulunan akılsızlar ve milletini sevme davasındaki sahtekarlar! Tarikatın sosyal hayatımızdaki bu güzelliğini çürütecek hangi kötülükleri olduğunu söyleyiniz.
Bediüzzaman'ın, Eski Said döneminde tarikat ve tasavvuf yolunu, "İslamiyetin üç önemli ve sarsılmaz kalesinden birisi" olarak gördüğünü; özellikle medrese ve tekkeyi birleştirme yolunda çok önemli gayret harcadığını ifade ettiniz. Bunu biraz açar mısınız?
İsmail Mutlu: Tarih boyunca fıkıh ehli ile tasavvuf ehli, diğer bir ifade ile zahir ehli, rüsum alimleri ile batın ehli birbirleriyle mücadele etmişlerdir. Bu mücadele daha ilk asırlarda başlamıştı.
Hicri 3. asırda, bir kısım alimler, dini emirlerin illetlerini incelemeye, fıkıh usulü oluşturmaya ve bunu geliştirmeye başladılar. Bunun için tartışmalar yaptılar ve neticede fıkıh ilmi ortaya çıktı. Öyle bir zaman oldu ki, insanlar fıkıh ilmini öğrenmeyi dinin gayesi zannetmeye başladılar.
Fıkıh ehlinin dini bütünüyle bir merasim haline dönüştürmesi, zahiri ilimler için emek sarfetmesi, şekilden ziyade ruha ve batın ilimlerine önem veren tasavvuf ehlini rahatsız etti. Bir kısım fıkıh ehli, ibadeti sırf şekil olarak görmekle iraf ederken, tasavvuf ehlinden bazıları da, şeklin önemli olmadığını savunarak tefrit ettiler. Yani bir başka açıdan aşırılığa düştüler.
Diğer taraftan, tasavvufla ilgilenenler, beş duyu ve aklın yanı sıra keşif, ilham ve sezgiye de yer verdiler. Akıl ve nakli belli ölçüde bilgi kaynağı olarak görmekle birlikte, en yüce ve kudsi bilgilerin keşif ve ilhamla elde edilebileceğini savundular. Keşif ve ilhamla elde ettikleri "ma'rifet, ledün ilmi, vehbi ilim" dedikleri bilgileri kesin doğru olarak kabul edip genelleştirdiler, herkese yaymak istediler. Ayrıca ayet ve hadislerden herkesçe bilinen zahir manaların yanı sıra, daha önce hiç bilinmeyen yeni manalar çıkardılar. Bu manalardan bir kısmı isabetli olurken, bir kısmı gerçekten çok uzak düştü.
Sonunda araştırarak ilim öğrenenler, ilim yolunda bir ömür tüketenler, tasavvuf ehlinin böyle kolay yoldan ulaştıkları bilgileri değişmez ve kesin bir ilim olarak kabul edip, kendi ilimlerini küçük görmelerine, onların söylediklerinin kendi bilgilerine ters düşmesine karşı çıktılar.
Böylece dinin zahiri ile ilgilenen alimlerle, genelde batın ilimlerle meşgul olan sufiler arasında ihtilaflar çıktı. Neticede fıkıh ehli, tasavvuf ehline karşı açıkça cephe alarak, onları zındık, kafir ve dinden çıkmakla itham ettiler.
Bu kavganın ilk acı sonucu Hicri 3. asırda yaşandı. Ðulam Halil isimli Hanbeli mezhebine mensup birisi, sık sık yaptığı şikayetler sonucunda halifeye sufilere eziyet ettirmeyi başarmıştı. Halife, önde gelen sufilerden Ebu Hazma, Rakam, Şibli, Nuri ve Cüneyd'i huzuruna getirtti. Yapılan sorgulamada suçsuz oldukları anlaşıldı.
Hallac-ı Mansur (ö. 309/922), her ne kadar Karmatilik suçlamasıyla siyasi sebeplerle olsa da, fıkıh ehlinin fetvasıyla idam edildi.
Genç yaşta şöhretli bir şeyh olduğu için Oğlan Şeyh olarak bilinen Şeyh İsmail Maşuki, Kanuni devrinde 935/1529 yılında, Sultanahmet'te, şeriatın zahirine zıt sözler söylediği gerekçesiyle, Şeyhülislam Kemalpaşazade'nin fetvasıyla 19 müridi ile birlikte At Meydanı karşısındaki Çukur Çeşme'de şehid edildi.
Bosnali şeyh Hamza Bali, 969/1562 yılında Şeyhülislam Ebu's-Suud efendinin fetvasıyla idam edildi.
Yine Ebu's-Suud, Halveti tarikatının Gülşeniyye kolunun kurucusu Gülşeni'nin halifesi Muhyiddin Karamani'yi, Edirne'den İstanbul'a getirterek ilmi bir heyetin karşısına çıkardığı, yapılan sorgulama sonucunda onu zındıklık suçundan idama mahkum ettiği bilinmektedir.
19. Yüzyılda birçok Bektaşi babası idam edilmiştir.
Şeyh Bedreddin ve özellikle Bayramiyye Melamiliğine mensup birçok şeyh, yapılan mahkemeler sonucunda idama mahkum edilmiştir. İdam edilen şeyhlerin sayısı çoğaltılabilir.
Hucvuri, Ebu Talib el Mekki, İmam Gazali, İmam Rabbani, Mevlana Halid gibi tasavvuf ehli, aynı zamanda zahir ilimlerinde de büyük birikim sahibi olan alimler, tasavvuf tarikat ehli ile, fıkıh ehlini aynı çizgide birleştirmeye büyük gayret sarfettiler. Asrımızda da bu iki önemli kurumun yakınlaşmasını isteyenlerin ve bu uğurda mücadele verenlerin başında Bediüzzaman Hazretleri gelir. Bu zat, 1910 yılından beridir tekke ile medreseyi birleştirip barıştırmayı dava edinmiştir.
Bediüzzaman, 1909 yılında gerçekleşen 31 Mart Olayı sonucunda divan-ı harbe verilir ve idamla yargılanır. Sorulardan birisi "İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine dahil misin?" şeklindedir. Bediüzzaman şu cevabı verir:
"İftiharla. Bu cemiyetin en küçük ferdlerindenim. Ancak benim tarif ettiğim şekliyle. Benim kast ettiğim ve dâhil olduğum İttihad-ı Muhammedî'nin tarifi şudur:
Doğudan batıya, güneyden kuzeye uzanan kesintisiz nurlu bir zincir ile bağlı bir dâiredir. Dahil olanlar bu zamanda üç yüz milyondan fazladır. Bu cemiyetin birlik noktası ve bağı Allah'ı bir bilmektir. Giriş için söylenen söz ve yapılan yemin, imandır. Mensupları kâlû belâdan beri dahil olan bütün mü'minlerdir. Kayıt defterleri de levh-i mahfuzdur. Bu birliğin fikirlerini neşir vasıtası, bütün İslâmî kitaplardır. Günlük gazeteleri de Allah'ın dinini yüceltmeyi ana gaye edinen bütün dinî gazetelerdir. Kulüp ve meclisleri câmiler, üniversiteler ve tekkelerdir. Merkezi ise Mekke ve Medine'dir. Böyle bir cemiyetin reisi, âlemin iftihar kaynağı olan Resûlullahtır (salat ve selam üzerine olsun) Yolu, herkesin kendi nefsiyle büyük cihadı, yani Resûlullahın (salat ve selam üzerine olsun) ahlakıyla ahlaklanmak, onun sünnetini yaşatmak, başkalarına da sevgi ve eğer zararlı olmayacaksa, yumuşak sözle öğüt vermektir.
Bu birliğin tüzüğü, Resûlullahın sünneti, kanunları dinî emir ve yasaklar, kılınçları da kesin delillerdir. Çünkü medenîlere galip gelmek ikna iledir, zorlama ile değil. Hakikati araştırmak, sevgi iledir. Düşmanlık ise vahşet ve taassuba karşı idi. Zaten medeniyet onları tokatlıyor. Asıl hedefleri de Allah'ın dinini yüceltmektir.... Maksadımız, o nurlu zinciri harekete getirerek, herkesi, vicdândan kaynaklanan bir şevk ve arzu ile ilerleme yolunda yüce huylar kâbesine sevk etmektir.
Bir başka eserinde Müslümanların geri kalmasının önemli sebeplerinden birisi olarak medrese-tekke kavgasını gösterir. Şöyle der:
Gördüm ki, gerçek medeniyeti meydana getiren İslâmiyet, maddî bakımdan günümüz medeniyetinden pek geri kalmış. Sanki İslâmiyet kötü ahlâkımızdan darılmış, geçmiş zaman tarafına dönüp gidiyor. Asr-ı Saadete bizi şikayet edecektir. Bunun en büyük sebebi, istibdattan (baskı rejiminden) başka, halkı irşad eden üç büyük kurumun ki, "Hepsinin maksadı bir, fakat rivâyetler değişik" sözünün, ya da, "İfâdelerimiz farklı farklı, fakat güzelliği tektir. Hepsi de o güzelliğe işâret ediyor" beytinin mânâsına uygun olan, medrese, mektep ve tekye ehlinin fikir ayrılıkları ve meşrep farklılıklarıdır. Bu fikir ayrılıkları İslâm ahlakının temelini sarsmış. Millet birliğini çatallandırmış, medenî ilerlemelerden geri bırakmıştır. Zira biri ifrat ederek diğerini küfür ve sapıklıkla itham ediyor. Öteki tefrit ile onu cahil ve güvenilmez sayıyor. Bunun çaresi, iman bağı ile birleşmek ve fikirler arasındaki münasebeti pekiştirerek barışmaktır. Tâ ki, ifrat ve tefritten uzak olan orta noktada el sıkışarak birleşsinler ki, ilerleme ahengini bozmasınlar.
Bir başka eserinde medrese, tekye ve mektepleri İslamın bilim ordusunun kolları olarak görür. Bu üç kurumun farklı odalarda çalışsalar da ortak bir salonda meşveret etmeleri gerektiğini nazara verir. Şöyle der:
İslâmın bilim ordusunun kolları olan medrese, tekye ve mektep ehlinin ifrat ve tefrit ile birinin diğerini dalâlet, diğerinin ise berikini cahillikle suçlamalarından kaynaklanan, İslâm ahlâkını temelden sarsan, ilerleme ahengini bozan fikir ayrılıklarını ve meşrep muhalefetlerini gidermek ve fikirleri birleştirmek, meşrepleri birbirine yaklaştırmak zorunludur. Nasıl büyük bir fabrikayı içine alan bir sarayın odalarının kapıları birbirine açılır, bir maksada hizmet ederse, aynen bunun gibi mektep, medrese ve tekyenin de birbirleri ile münâsebetini kuvvetlendirerek, o yüksek İslâm sarayının birer açık kapılı odası olması, salonunun da hükümet olması zorunludur. Tâ ki her biri diğerinin eksikliğini tamamlamakla işbölümü prensibi uygulansın. Munâsebeti kuvvetlendirmek şöyle olur: Yüksek okullarda, İslâmın hakikatlarını aklî delillerle okutmak, medreselerde eski filozofların bataklığı andıran fikirleri yerine gerekli modern ilimleri ders vermek, tekyelerde de derin âlimler bulundurmaktır.
Bediüzzaman Medresetü'z-Zehra ismiyle açmak istediği üniversitede medrese ile tekyeyi birleştirmek istiyordu. 1910'lu yılların başında bu konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamanın bir yerinde şöyle feryat ediyordu:
Yüz defa söyledim, yine söyleyeceğim: Medrese ehli, mektep ehli ve tekke ehlinin barışmalarıdır. Tâ meyillerinin ve fikirlerinin farklı olmasıyla birlikte en azından maksatta ittifak etsinler. Üzülerek görüyoruz ki, onların fikirlerinin birbirine zıt olması birliği parçaladığı gibi, meşreblerinin (hizmet tarzlarının) farklılığı da yükselmeyi (ilerlemeyi) durdurmuştur. Çünkü her biri kendi mesleğine taassubla bağlı olup diğerlerinin mesleğini fazla bilmemeleri itibarıyla, tefrit ve ifrat ederek biri diğerini dinsizlikle, öteki de berikini cehaletle suçluyor.
Netice İslâmiyet dışarıda şekillenseydi, bir odası okul, bir hücresi üniversite, bir köşesi tekke, salonu da hepsinin toplandığı yer olup, biri diğerinin noksanını tamamlamak için bir meşveret meclisi olarak nurlu sağlam bir köşk suretinde güzelliğini gösterecektir. Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü'z-Zehra da o İlâhî sarayı dışarıda temsil edecektir.
Hocam, son olarak ne söylemek istersiniz:
İsmail Mutlu: Bediüzzaman, bir eserinde medrese talebelerinin Risale-i Nurlara sahip çıktığını, şimdi sıranın tekke, tarikat ve tasavvuf ehlinde olduğunu nazara verir. Şöyle der:
Nurlar, okulları tam nurlandırmaya başladı. Mektep talebelerini medrese talebelerinden fazla Nurlara sahip çıkardı, onu yayıcı ve talebe eyledi. İnşaallah medrese ehli yavaş yavaş hakiki malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahip çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok âlimlerden Nurlara karşı çok arzu görülüyor ve istiyorlar. Şimdi sıra tekke ve tarikat ehlindedir. Bütün kuvvetleriyle Nur Risâlelerini nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lazım ve zaruridir. İşte önemli bir örneği, Seydişehirli Hacı Abdullah'ın bütün mensupları, hem Kastamonu'da, hem Isparta'da, hem Eskişehir'de Risâle-i Nur dâiresini kendi tarikat daireleri olarak görmüşler ki, onlardan nurlara rastlayanlar, takdir ederek sahip çıkıyorlar. Onlara bin Barekallah.
Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatlerini düşünüp "Tarikat zamanı değil, bid'alar engel oluyor" dedim. Fakat şimdi Rasûlullahın sünneti dairesinde bütün on iki büyük tarikatın özeti olan ve tarikatların en büyük dairesi bulunan Risâle-i Nur dairesi içine her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmesi gerektiğini ve bunun lüzumlu olduğunu zaman gösterdi. Hem tarikat ehli birinin en günahkarı dahi çabuk dinsizliğe girmiyor; kalbi mağlup olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, gerçek Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid'alara ve takvayı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.
Bediüzzaman, Lem'alar'da da, Risale-i Nurları tanımadan önce tarikat yoluyla gidenlere, "Şeyhleriyle olan irtibatlarını devam ettirebileceklerini" söyler. Onun maksadı, tarikat ehlinin de, "tarikat ehli olarak kalmaya devam ederek" Risale-i Nur okumalarını temindir. Nitekim kendisiyle yakından tanıştığımız bir tarikat Şeyhi, "Mensup olduğum tarikat fertlerinin imanlarını Risale-i Nurlarla kuvvetlendirmek istiyorum" diyerek; kendisine "bağlı" olanların Risale-i Nur okumalarına son derece önem vermektedir. Ayrıca daha başka tarikat mensuplarının da Risale-i Nur okumaya olan arzularını bizzat gören birisi olarak acizane, Bediüzzaman'ın bir asır öncesinden başlayan medrese ve tekkeleri birleştirme projesinin hayata geçirilmesi konusunda "karınca kararınca" gayret göstermeye çalışıyorum. Önemli bir hedefim, Nur Talebeleri ile ile tasavvuf ve tarikat ehlini birbirine yakınlaştırmak. Bu gaye ile tasavvuf ve tarikata yönelik eserler telif edip yayınladım. Bediüzzaman'ın Telvihat-ı Tis'a ismiyle tarikatları konu alan risalesini Türkiye'de ilk defa günümüz Türkçesiyle ve açıklamalı olarak Tarikat Risalesi ismiyle cep boy olarak yayınladım. Bu eser, özellikle tarikat mensubu olan kardeşlerimiz arasında çok büyük alaka gördü. Diğer taraftan, Risale-i Nurları sadeleştirerek açıklamalı olarak yayınlamış olmam, tarikat ehlinin, Risale-i Nurları başkasına muhtaç olmadan okuyup anlama imkanı temin etti. Böylece pek çok tarikat ehli, vasıtasız bir şekilde Risale-i Nurlarla doğrudan tanıştı. Tabi bu, tarikat ehline yönelik faaliyetlerimiz; konuştuğum pek çok Nur Talebesine de tasavvuf ve tarikatlar hakkında bilgi vererek bazılarında "kendi mesleğine muhabbetten, yani sevgiden" kaynaklanan "tarikat" karşıtlığını izale etmeye çalıyorum. Ancak bizim savunduğumuz tasavvuf ve tarikat anlayışı, "Kur'an ve sünnet çizgisinde olan" ilme önem veren, şekilcilikten uzak duran, şeyhleri "putlaştırmayan" tarikat ve tasavvuf anlayışıdır.
Risale-i Nur talebelerinin tasavvuf ve tarikat ehliyle bazen aynı çatı altında, bazen de aynı çatı altında olmasa da "maksatta ittifak ederek" zaman zaman bir araya gelmelerinin Türkiye'de ve dünyada iman ve İslam hizmetine çok büyük katkı sağlayacağını düşünüyorum. Böylece Bediüzzaman'ın tam bir asır önce başlattığı ve hayata geçirmeye çalıştığı arzusu da gerçekleşmiş olur. Buna yaklaşmayan tarafların da hiç olmazsa Bediüzzaman'ın, "Mesleğim haktır demeye hakkın var, fakat hak yalnız benim mesleğimdir demeye hakkın yoktur" "İhlas ve hakkaniyet bir Müslümanın nereden ve kimden istefade ettiğine bakmaksızın ondan memnun olmaktır" gibi "İslam kardeşliğini ve ihlası" önceleyen hayat prensiplerine uygun hareket etmelidirler. Unutmayalım ki, tamir zor, tahrip kolay. Böyle iken tamire çalışan az, tahribe çalışan ise çok. Öyle ise tamire çalışan azlara destek verelim. İhsan-ı İlahi tarafından omzumuza konulan değerli hazineye "kuvvetli ellerin yardıma gelmesinden" rahatsız olmayalım. Onlara teşekkür edelim. İnsanların imanlarının başkaları tarafından kurtulmasına "hased etmeyelim," sevinelim. Rabbim sizleri ve bizleri ihlastan ayırmasın.