Sepetiniz boş

Yeni Üye | Kullanıcı: Şifre:

Namaz ve Namazla İlgili Vesveseler

İsmail Mutlu

Bu yazı İsmail Mutlu’nun Ezan-Câmi Namaz isimli eserinden derlenmiş; Âb-ı Hayat dergisinin 2. Sayısında (2008) yayınlanmıştır.

 

Namaz, imandan sonra gelir.

Kainatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra ise namazdır. Bunun içindir ki, Rabbimiz Kur’an’da imandan sonra hemen namazı sayar. Konuyla ilgili bir ayet şöyledir:

"İman edip güzel işler yapan, namazlarını dosdoğru kılıp zekâtlarını hakkıyla veren kimselerin, muhakkak Rableri katında mükafatları vardır. Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır."[1]

Burada her ne kadar zekat namazdan hemen sonra sayılsa da, farz kılınışı namazdan çok sonra olmuştur. Namaz, imanla birlikte Mekke’de farz kılınırken; oruç, zekat, hac, tesettür gibi bütün yapılması istenilen emirler; zina, içki, faiz ve kumar gibi yapılması yasaklanan emirler, namazdan seneler sonra Medine’de hayata geçirilmiştir. Bunun böyle olması şüphesiz bu emir ve yasakların değereni düşürmez, fakat namazla kıyaslandığında, bu ibadetin önceliğini gösterir.

Namazın ne derece önemli olduğunun bir başka göstergesi, bu ibadeti bütün peygamberlerin ümmetlerine emretmiş olmalarıdır. Evet, Hz. Âdem'den (a.s.) Peygamber Efendimize (a.s.m.) gelinceye kadar bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri iman esasları birdi. Bu, peygamberlerin tebliğ ettikleri bütün hak dinlerin ortak bir özelliğidir. Hiçbir peygamber iman esaslarını değiştirmediği gibi, ona herhangi bir ilâve de yapmamıştır. İlk peygamber olan Hz. Âdem (a.s.) insanları nelere inanmaya çağırmışsa, son peygamber Hz. Muhammed de (a.s.m.) o esaslara iman etmeye çağırmıştır.

İlâhî dinler arasında iman esasları hususunda hiçbir fark olmadığı gibi, özellikle temel ibâdetler hususunda da fark bulunmamaktadır.

İşte dinin direği mesabesinde olan namaz da, bütün peygamberlere ve onların ümmetlerine farz kılınmış bir ibâdettir. Fark sadece vakitlerde ve rekat sayısındadır. Namazın geçmiş ümmetlere de emredildiği hususu Kur'ân-ı Kerimde bildirilmiştir. Meselâ bir âyet-i kerimede Hz. İbrahim'in devamlı namaz kıldığı ve zürriyetinden de namaza devam etmelerini istediği şöyle haber verilir:

“Rabbimiz beni namaza devam eder kıl. Neslimden olanları da. Ey Rabbimiz duâmı kabul buyur.”[2]

Hz. Mûsâ da namazla emr olunmuş, İsrâiloğullarından namaz kılmaları hususunda kesin söz almıştı:

“Gerçek şu ki Allah ancak Benim. Benden başka hiçbir ilah yoktur. Onun için Bana ibâdet et ve Beni anmak için namaz kıl.”Tâhâ Sûresi, 14; Mâide Sûresi, 12.

Hz. Şuayb da çok namaz kılardı. Hattâ bu sebeple kendisine hakaret edilmek istenmişti. Bu da Kur'ân’da şöyle açıklanır: “Müşrikler dediler: Ey Şuayb atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vaz geçmemizi sana namazın mı emr ediyor? Oysa ki sen yumuşak huylusun, akıllısın.”[3]

Yine Kur'ân-ı Kerimde Hz. İshak ve Yakub'un (a.s.); Hz. Zekeriyya'nın; Hz. İsâ'nın namaz kıldıkları bildirilmektedir.[4]

Namazın ne derece önemli bir ibadet olduğunun Kur’an’da yer alan bir başka delili, Rabbimizin savaş anında bile bu ibadetin yapılmasını istemiş olmasıdır. Konuyla ilgili âyet şöyledir:

“Savaşta mü'minler arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar ve silahlarını da yanlarına alsınlar. Onlar secde ettikten sonra geri çekilip düşmana karşı dursunlar ve yerlerine, henüz namaz kılmamış olan diğer topluluk gelsin. Onlar da tedbirli şekilde ve silahlarını yanlarına alarak seninle beraber namaz kılsınlar.”[5]

Peygamberimiz de pekçok hadislerinde namazın önemine dikkat çekmiştir. Bir hadislerinde namazı, İslâmiyetin beş temel esaslarından birisi olarak anmıştır. Tirmizî, İman: 3; Buhârî, İman: 1; Müslim, İman: 21.

İnsanı en güzel şekilde yaratan, ona sayısız nimetler ihsan eden, dünyayı bir beşik, göğü bir tavan, güneşi de bir kandil yapan Yüce Rabbimiz, insana verdiği bütün bu nimetler karşılığında ondan Kendisine şükr etmelerini ister. Şükür çeşitlerinin en kapsamlısı ve genel fihristesi ise namazdır. İnsan Yaratıcısına ancak namazla gerçek mânâda şükr etmiş olur.[6]

Namaz, dinin direğidir. Mü'minin mîracıdır. Çok kârlı bir ticârettir. Fâtiha Kur'ân'ın, insan kâinatın fihristesi olduğu gibi, namaz da ibâdetlerin ve bedenî amellerin fihristesidir, özetidir.

Namaz, şuurlu ve şuursuz varlıkların ibâdetlerini de içine alır. Namaz, secdede, rükuda, kıyamda olan meleklerin ibâdetlerini; taş, ağaç ve hayvanların kıyam, rüku ve secdeye benzeyen durumlarını andırır.

Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbihtir. Onu büyültmek ve Ona şükr etmektir.

Namaz, Cenâb-ı Hak tarafından, yirmi dört saat içinde belirlenen vakitlerde, mânevî huzura yapılan bir dâvettir. Her insanın, tam bir şevk ve arzu ile Rabbinin bu dâvetine uyması, insan oluşunun gereğidir.

Namaz, kulun, kendi âcizliğini bilerek Cenâb-ı Hakkın kudretine sığınmasıdır. İhtiyacını bütün ihtiyaçları gideren Yüce yaratıcıya arz etmesidir.

Namaz, kalblerde Allah'ın büyüklüğünü yerleştirmek ve bunu devam ettirmek, akılları Allah'ın büyüklüğüne yönlendirmekle ilahi adâlet kanununa itaate Rabbin nizamına bağlanmak için İlâhî bir vesîledir. Bu vesîleye yapışmayan, tenbellikle namazı terk eden veya kıymetini bilmeyen, ne kadar câhil, ne kadar zararda olduğunu sonradan anlar, ama iş işten geçer.

Namaz, bir elektirik düğmesi gibi karanlıkları dağıtır. Evet, her yeni gün herkes için yeni bir âlemin kapısıdır. Eğer kişi namaz kılmıyorsa, o günkü âlemi karanlıklı ve perişan bir halde gider. Eğer kişi namaz kılıyorsa, âlemi birden nurlanır. deta namaz, bir elektirik lambası ve namaza niyet o lambanın düğmesine dokunmak gibidir. Birden kişinin âleminin karanlığını dağıtır. "Allah göklerin ve yerin nurudur âyetinden bir nuru, namaz kılanın kalbine serper. İnsanın o günkü âlemi, o nurun yansımasıyla ışıklanır.

Kurtuluş Savaşının ardından, Ankara Hükümeti, İstanbul'da İngilizlere karşı verdiği cansiperâne mücâdele sebebiyle Bediüzzaman'ı Ankara'ya dâvet etmişlerdi. Başlangıçta bu dâveti kabul etmeyen Bediüzzaman, ısrar üzerine kabul ederek Ankara'ya gitti, TBMM'sinde büyük bir kalabalık tarafından karşılandı. Fakat Meclisin mânevî havası Bediüzzaman'ı üzdü. Çünkü milletvekilleri dine lakayttılar ve namaz kılmıyorlardı. Bediüzzaman, milletvekillerine hitâben bir beyannâme neşretti. Bu beyannâmede milletvekillerinden İslâmiyete ve onun alametlerine sahip çıkmalarını istedi. Yazısının bir yerinde namazla ilgili olarak meâlen şu ikazı yaptı:

Bir yolda dokuz helâk olma ihtimali, bir de kazanma ihtimali varsa, hayatından vazgeçmiş mecnun bir cesur lâzım ki, o yola gitsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati alan farz namaz gibi, dînin zarurî bir emrinde yüzde doksandokuz kurtuluş ihtimâli var. Yalnız gaflet ve tenbellik sebebiyle, bir ihtimâl dünyevî bir zarar olabilir. Halbuki farzların terkinde, yüzde doksandokuz zarar ihtimâli var. Acaba dîne ve dünyaya zarar olan farzları ihmal ve terk etmeye ne bahane bulunabilir?

Bu ikazlar üzerine namaz kılan milletvekillerinin sayısı daha da artar. Namazgah olarak kullanılan küçük oda ihtiyaca cevap vermediğinden, daha büyük bir oda ile değiştirilir.

Bediüzzaman "İslâmiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü reddedilir" sözünü burada söylemiştir.

Bediüzzaman, Sözler isimli eserinde de Namazın hem çok ucuz, Hem de az bir masrafla kazanılacağını Namaz kılmamanın ise büyük bir zarar olduğunu güzel bir örnekle anlatır.

  

Namazın farz kılınmasının hikmetleri

İbadetin en mühim faydası, itikâdî ve imânî hükümleri kalb ve ruhlarda kökleştirmek, sabit hale getirmektir. Evet, eğer iman, Allah’ın emir ve yasaklarından ibaret olan ibâdetle takviye edilmezse zayıflar, zamanla söner.

İşte namaz, imanı ve Allah’ın büyüklüğünü kalpte pekiştiren ve devamını sağlayan; Akılları Allah’ın rızasına yönelten ve Allah’ın koyduğu kanunlara uymayı kolaylaştıran en önemli bir ibâdettir. Namazın en önemli hikmeti, imanın kalbte yerleşmesini ve devamını temin etmektir.

Namazın bir diğer hikmeti, insana yaratılışının gaye ve maksadını hatırlatmasıdır. Hergün minarelerden yükselen ezan sesleriyle, insan günde tam beş defa vazifesini hatırlar. Böylece Yaratıcısından kısa müddetler halinde gafil olsa bile, minârelerden yükselen ezân sesleriyle bu hal hemen son bulur.

Namaz, kalp ve ruhun kuvveti, gıdası ve âb-ı hayatıdır. Maddî hayatımızın devamı için nasıl hergün yemek ve suya ihtiyaç duyuyorsak, ruh ve kalbimizin hayatiyeti için de namaza muhtâcız. Kalb ve ruhumuzun gıdasını, ancak herşeye gücü yeten, rahmet ve kerem sahibi Yüce Rabbimizin kapısını namaz ve niyazla  çalmakla elde edebiliriz. Evet, ruhumuzun ve kalbimizin namaza şiddetle ihtiyacı vardır.

Namaz kılan insan birden öylesine yükselir ki, Allah’ın yeryüzünde halifesi ve muhatabı olma şerefini kazanır.

Namaz, maddî ve mânevî temizliğe sebeptir. Maddî bakımdan vücudun temiz tutulmasına sağlar, çünkü namaz kılabilmek için namazın anahtarı olan abdest alma mecburiyeti vardır. Mânevî temizliği temin eder, çünkü namaz sayesinde günahlardan temizlenilir.

Namaz kılmak herkes için büyük sevaplar kazandırmakla birlikte, genç birisi, niyetine göre kıldığı namazdan daha çok sevap kazanır.

Namazın bir diğer hikmeti, insanı endişeden, korkudan, çaresizlikten kurtarmasıdır. Çünkü insan âciz, fakir ve çaresizdir. Buna karşılık arzu ve istekleri sonsuzdur. Keder ve elemlere maruz kalır. Küçük bir mikroba mağlup olur. İşte bu ağır yükler altında ezilen, ruhu sıkılan insan, namazla huzur bulur. Namaz kılan bir insan, namaz esnasında kâinât Sahibinin huzurunda el bağlar, rüku ve secdeye gitmekle, gücünün yetmediği ihtiyaç ve arzularını, endişelerini, korkularını Ona arz etmekle, Ondan yardım istemektedir.

Fânî sevgililerin ayrılıklarından doğan acılar, namaz kılan insanın kalbini fazla yaralamaz. Çünkü insan, namazda ebedî bir sevgiye erişmiş, sonsuz bir teselliye kavuşmuştur. Hele bir de namazın gerçek mânâsı kavranmışsa, artık fâni dünyanın hiçbir hadisesi o insanı üzemez.

Günde beş defa şuurlu bir şekilde Allah’ın huzurunda, Onun büyüklüğü karşısında secdeye varan bir insan, elbette Onun yasaklarından da korunur. Bu yönüyle namazın bir diğer hikmeti de, insanı kötülüklerden korumasıdır. Nitekim bir âyet-i kerimede namazın bu özelliği şöyle ifâde edilir:

"Sana vahyolunan kitabı oku ve namazı dos doğru kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak ise, elbette en büyük ibâdettir. Yaptıklarınızı Allah hakkıyla bilir."[7]

Namazın insan kötülüklerden alıkoyması, iyiliklere yöneltmesi için şu üç şartın bulunması gerekir: (1) İhlas, (2) Allah korkusu, (3) Allah’ın zikri. Bunlardan ihlas insanı iyiliğe sevk eder. Korku, kötülüklerden alıkoyar. Allah’ı hatırlamak da, hem kötülükten sakındırır, hem de iyiliğe yönlendirir.

Namazın bir diğer hikmeti de, bütün hareketleri âhiret hesabına geçirmesidir. Evet, namaz kılan bir insanın helal dâiresinde olmak şartıyla yemesi, içmesi, uyuması, çalışması, kısacası bütün meşru hareketleri güzel bir niyet ile ibâdet hükmüne geçer. Böylece bütün ömür sermayesi, âhirete mal edilebilir. Fâni ömür, bir yönüyle ölümsüzleştirilir.[8]

Kırlarda ve yollarda karşılaştığı memur ve işçilere, namaz kılmanın ehemmiyetini hatırlatan Bediüzzaman, bunu yaptıkları takdirde dünyevî işlerinin dahi âhiret hesabına geçeceğini söylerdi. Meselâ bir defasında şeker fabrikasında çalışan işçilere şöyle demişti:

"Siz farz namazlarınızı kılsanız, o zaman, fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibâdet hükmüne geçer. Çünkü, milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübârek bir hizmette bulunuyorsunuz."

Bir defasında da Eskişehir'deki teyyarecilere, subaylara ve askerlere şöyle demişti:

"Bu tayyareler, bir gün İslâmiyete büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadığınız zaman kazâ etseniz, asker olduğunuz için herbir saatiniz, on saat ibâdet, hususan hava askeri olanların bir saati, otuz saat ibâdet sevabını kazandırır. yeter ki kalbinde iman nuru bulunsun ve imanın lâzımı olan namazı ifâ etsin."

Namaz kılanın dünyevî çalışmalarının da güzel bir niyet ile ibâdet olması, bir millet için terakkiye de sebebiptir. Çünkü böyle birisi, vazifesini ibâdet aşkıyla yapar. Çalışmaktan geri durmaz. İşçilerinin ibâdet düşüncesiyle çalıştığı bir millet de elbette maddeten terakki eder. Bediüzzaman, Sözler'de, bağda çalışan bir zâta verdiği derste, namaz kılmanın insanın dünyevî işini ibâdete çevirmesinin ona nasıl çalışma şevki vereceğini meâlen şöyle izah eder:

Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne sebep olan namaza harcasan, o zaman bereketli dünyevî nafaka ile beraber, senin uhrevî nafakana ve âhiret azığına ehemmiyetli bir kaynak olan iki mânevî maden bulursun.

Birinci mâden: Bağında yetiştirdiğin çiçekli olsun, meyveli olsun, bütün bitkilerin her ağacın Allah'ı kendi lisanlarıyla tesbih etmesinden güzel bir niyet ile sen de hisse alıyorsun.

İkinci mâden: Eğer sen gerçek rızık verici olan Allah namına ve Onun izni dâiresinde tasarruf etsen ve Onun malını Onun mahlukâtına veren bir dağıtım memuru nazarıyla kendine baksan, o vakit, bu bağdan çıkan mahsullattan, hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun, kim yerse, sana bir sadaka hükmüne geçer.

İşte bak; namazı terk eden ne kadar büyük bir zarar eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder! Ve çalışmaya büyük bir şevk veren ve iş yaparken insana büyük bir mânevî kuvvet kazandıran o iki neticeden ve o iki mâdenden mahrum kalır, iflas eder. Hattâ, ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. "Neme lâzım. Ben zâten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti niçin çekeceğim?" der, kendini tenbelliğe atar.

Fakat namaz kılan adam der: "Daha çok ibâdetle berâber, helâl yolda çalışacağım. Böylece kabrime daha çok nur göndereceğim. hiret için daha çok azık göndereceğim" Böylece ihtiyarlasa dahi daha büyük bir şevkle işine devam eder.[9]

İşte namazın bunlar gibi, daha saymakla bitmeyen birçok hikmeti vardır.

  

Namazla ilgili vesveseler ve çaresi

Cenâb-ı Hak Hz. Âdem'i yarattığında meleklere ve şeytana ona secde etmelerini emretmişti. Melekler hemen secde ettiler, şeytan ise kibirinden secde etmedi. Cenâb-ı Hak da onu rahmetinden uzaklaştırdı. Ona hitaben şöyle dedi:

"Öyle ise Cennetten in. Çünkü orada senin büyüklük taslamaya hakkın yoktur. Oradan çık; muhakkak sen alçalmışlardansın."

Bundan sonra Şeytan Rabbimizden insanları dirilteceği güne kadar kendisine müsaade etmesini istedi. Rabbimiz de ona kıyâmet gününe kadar mühlet verdi. Şeytan tevbe istiğfar edeceğine kibirinde ısrar etti. Şöyle dedi:

"Madem ki Sen beni rahmetinden uzaklaştırdın; ben de senin doğru yolunda insanların önüne oturup yollarını keseceğim. Sonra önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından onların üzerine varacağım..."[10]

İşte o gün bu gündür, şeytan kendisi Allah'ın rahmetinden kovulduğu gibi, insanı da bu sonsuz rahmetten mehrum bırakmak için elinden gelen gayreti gösteriyor. Mü'minin Allah'a kullukta bulunmaması için her yola baş vuruyor. Bu faaliyetinde onun en mühim silahı da insanın kalbine verdiği vesveselerdir. Biz burada  şeytanın ibâdetin özü olan namazla ilgili vesvesesi üzerinde duracağız. Düşmanın silahı bilindiğinde karşı koymak daha kolay olacağından, Şeytanın hangi vesveselerle insana yaklaştığını, o vesveselere nasıl karşı koymak gerektiğini izah edeceğiz.

Şeytan, mü'minin ibâdetin özü olan namaza başlamaması için  elinden gelen her türlü çabayı sarfeder. Çeşit çeşit vesveselerle insanı aldatmaya çalışır. Meselâ namaz kılanlarda gördüğü kusurları büyütür. Namaz kılamamanın ezikliği içerisinde olan insana, "Falan gibi namaz kılıp şu şu kötü işleri yapmaktansa, kılmayayım daha iyi" dedirtir.

Aslında bir insan olarak herkes kusur işler. Tâbiîki namaz kılan insanın da kendine göre bazı kusurları olacaktır. Fakat namaz, genelde zaman içerisinde insanı kötülüklerden korur. Ayrıca namaz kılan her bir insanın iki namaz arasında işlediği küçük günahları affedilir. Diğer taraftan namaz kılan insan hiç olmazsa namaz gibi mühim bir farzın hesabını vermekten kurtulmuştur. Eğer affedilmeyen günahları kalırsa, sadece onların hesabını verir. Kaldı ki, namaz kılanların yüzde doksanı kendisini kötülükten koruyan insanlardır.

Fakat böylesine basit sebeplerle namaz kılmayan insan, namaz gibi ehemmiyetli bir farzı terk etmenin hesabını vermekten kendini kurtaramaz. Kaldı ki namaz kılmayan insanlar da pekçok kötülükleri işleyebilmektedir. Hem bunların işlediği kötülükler, namaz kılan bâzı  insanların işlediği kötülüklerle mukayese dahi edilemeyecek kadar fazladır.

Şeytanın namazla ilgili bir diğer hilesi de gençlerde görülür. Onlara, "Henüz daha geçsiniz, ihtiyarlayınca namaza başlarsınız" şeklinde vesvese verir. Oysa namaz ihtiyarlara mahsus bir ibâdet değildir. Erkek olsun, kadın olsun bülûğ çağına eren her Müslümana farzdır. Diğer taraftan insanın ihtiyarlamadan önce ölmeyeceğine dâir elinde hiçbir seneti yoktur. Hiç ummadığı bir zamanda eceli gelip, hayatı son bulabilir.

Şeytanın namaza engel olmakla ilgili bir diğer vesvesesi de, "Sen bütün namaz sûreleri ve namazla ilgili bilgileri bilmiyorsun. Hele onları öğren, başlarsın" şeklinde kendini  gösterir. Böylece insanı bugün, yarın diye oyalar, durur.

Bunun hayra engel olmak için şeytanın bir vesvesesi olduğunu anlayan bir insan, bildiği kadarıyla hemen namazını kılar. Zaman içerisinde ya kitaplardan okuyarak, ya da bilenlere sorarak eksikliklerini tamamlar. Zaten Cenâb-ı Hak, böyle bir kuluna hâlis niyetine mükâfaten bilmediklerini kısa zamanda öğrenmesi için yardımcı olur.

Unutmamalıdır ki, herkes kıldığı namaza göre sevap kazanır. Mükemmel bir namaza muvaffak olamayan kimse namazın feyiz ve bereketinden mahrum kalmış sayılmaz. Bunun için hiç kimse kıldığı namazı küçümsememelidir. Kişi en basit mertebedeki bir namazın bile, kendisine dünya ve âhirette çok büyük saadetler kazandıracağını düşünmelidir. Ve hemen namaza başlamalıdır. Bediüzzaman, bu gerçeği şöyle ifâde eder:

Sakın deme, ‘Benim namazım nerede, gerçek namaz nerede?" deme. Çünkü bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını vasıflandırır. Senin ve benim gibi bir âmînin hissetmese de, namazının, büyük bir velînin namazı gibi, şu nurdan bir hissesi vardır. Fakat derecelere göre gelişmesi ve nurlandırması ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinde mükemmel bir hurma ağacına kadar farklı dereceler bulunursa; namazın derecelerinde de, daha fazla mertebeler bulunabilir. Fakat bütün o mertebelerde, namazın nurlu hikakatlarının esâsı bulunur."[11]

 

Namazın beş vakit olması usandırmaz

Mü'mini namaza başlatmamak için elinden gelen gayreti gösteren şeytan, bunu başaramadığında, o kimsenin peşini hemen bırakmaz. Bu defa  da namazı bıraktırmak için başka vesveselerle gelir. Şeytanın namaz terkettirmek için verdiği en önemli bir vesvesesi, "Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beş vakit namaz kılmak fazla geliyor. Bitmediğinden usanç veriyor" şeklinde kendisini gösterir.

Şeytan bu vesvesesiyle birçoklarını aldatmaya muvaffak olur. Bâzı insanların bu vesveseye aldanmasının sebebi, dünyada ebedî kalacağı vehmine kapılmalarıdır. Oysa hiç kimsenin gelecek seneye, hattâ yarına kadar yaşayacağına dâir elinde senedi yoktur. Hiç kimsenin dünya hayatı ebedî değildir. Eğer şeytanın bu vesvesesine aldanan adam ömrünün hem az, hem de fâidesiz olarak gittiğini bilse, hiç vakit kaybetmeden onun yirmi dörtte birini bir hazine anahtarı hükmünde olan namaza sarfeder. Usanmak şöyle dursun, bunu büyük bir arzu ve şevkle yapar.

Diğer taraftan, insan hergün birkaç öğün yemek yer, su içer. Her an hayayı teneffüs eder. Bunlardan usanmak şöyle dursun, ihtiyaç hissettiğinden büyük bir lezzet alır.

Oysa namaz da kalbin ve ruhun gıdasıdır, âb-ı hayatıdır. Dolayısıyla tekrarı usanç değil lezzet verir.

İnsanın beş vakit namazdan usanmamasını gerektiren bir diğer husus da, üç nevi sabırla mükellef olmasıdır: (1) İnsan ibadete devam üzerine sabredecektir. (2) Günahlara girmemek hususunda sabredecektir. (3) Musibetlere karşı sabredecektir.

Eğer insan Rabbimizin ihsan ettiği sabır kuvvetini sağa sola dağıtmaz, içinde bulunduğu zamana sarfederse, her gün her gün beş vakit namaz kılmak onu usandırmaz. Yâni ne kadar olursa olsun geçmişte kılmış olduğu namazları düşünmez, gelecekte kılacağı namazları da hatırlamaz, sabır kuvvetini içinde bulunduğu vakte sarfederse, namazın çokluğu kendisini usandırmaz. Çünkü geçmişte kıldığı namazlar zaten geçmiştir, zahmeti bitmiş, sevabı kalmıştır. Gelecekte kılacağı namazların vakti de henüz gelmemiştir. Ömrünün ne zaman biteceğini bilmediği için de kılacağı namazların çokluğunu düşünerek yılgınlık göstermek yersizdir.

Usanmamayı gerektiren diğer bir husus, namazın öyle faydasız birşey olmaması, karşılığında pek büyük bir ücretin vaad edilmiş bulunmasıdır. Evet, namaz kalbe gıda, ruha şifâdır. Herkesin ister istemez girmek zurunda olduğu kabirde gıda ve ışıktır. Büyük bir mahkeme olan mahşerde senettir, berattır. İster istemez üzerinden geçilecek olan Sırat Köprüsünde nur ve binektir. Cennete girmeye vesiledir. Bütün bunlar ise az bir ücret değildir.

Bir adam birimize şöyle birkaç altın vermeyi vaad etse, birkaç gün akşama kadar çalıştırabilir. Oysa bu adamın sözünden dönmesi mümkündür.

Halbuki vaadinden dönmesi düşünülemeyen Yüce Yaratıcımız, Cennet gibi bir ücret, ebedî saadet gibi bir hediye vaad ediyor. Karşılığında da öyle gününün tamamını değil, sadece yirmi dörtte birini istiyor. Şimdi bir insan isteksiz, usançla ve yarım yamalak bir namazla Allah'ı sözünden dönme ithamı altında tutsa ve hediyesini hafife alsa, elbette şiddetli bir cezâyı hak eder.



Ana Sayfa | Yardım | İletişim
Telefon: +90 536 587 69 07 | Faks: +90 212 652 0027 | www.mutluyayincilik.com.tr
Adres: Şirinevler Mahallesi Bağlar Mevkii, Yiğit Sokak 2/3 Bahçelievler-İstanbul
© 2015 Mutlu Yayıncılık. Tüm hakları saklıdır.